







FEZARENÇ VARAN
I
“Anneannemin evi bundan güzel.”
Kardeşimin, Hundertwasser Evi’ni gördüğünde ilk tepkisi bu olmuştu. Neoklasik ve modern apartmanların arasında yer alan bu organik, rengarenk, benzeri olmayan evi seyrederken, kardeşim benim kadar heyecanlanmamıştı. Sonuçta anneannemin evi kuramsız, teorisiz, anti-tezsiz, referanssız, sade kendi duruşuyla zaten Hundertwasser’in savunduğu her şeyi kucaklıyordu.
“Kişinin inşa etme arzusunun önüne hiçbir engel konmamalı!(…) Apartman katında oturan adam pencereden uzanıp elinin erişebildiği yerdeki duvarı kazıyabilmeli. Ve uzun bir fırçayla uzanabildiği yerleri pembe renge boyayabilmeli ki insanlar uzaktan ya da sokaktan görebilsinler: orada komşularından –onlara sunulan her şeyi kabullenen küçük insanlardan- farklı birisi oturuyor!” [1]
Doğduğumdan beri her yaz, anneannemin evine gelirim. Küçükken daha uzun süreler kaldığım bu ev çocukluğumun da masalsı maceralarının geçtiği yerdir. Bahçemizin içerisinde, ahşap ve kerpiçten inşa edilmiş, cumbalı, pembe ufak bir ev… Her yıl kiraz mevsiminde bütün aile bu evde buluşur. Kiraza gidilir, eğlenilir, dut silkilir, kavgalar edilir, yine hep beraber eve dönülür, biraz uyuklanır, kirazlar ayıklanır, dutlar yenir, yemekler pişer, çaylar içilir, erkenden uyunur.
Çocukluğun hafızası yetişkinlik döneminin hafızasından farklı çalışır. Anneannemin evi de en fantastik çocukluk anılarımın yuvası. Her yaz okul bittiği gibi soluğu Uluborlu’da alırdık. Ahşap kapının mekanik kaldıraçlı kilidini çocuk gücümle zor bela açar, ahşap merdivenlerden gacır gucur yukarı çıkardım. Evin yamuk kerpiç duvarları, eğik ahşap döşemesi bana oyun evi gibi gelirdi. Salonda halıya oturup hellep[2] oynarken, yerin eğimine göre konuşlanırdık. Kardeşim bu eğimle biraz hile de yapardı ama ben çaktırmazdım. Evin iki odası olmasına rağmen, giriş holü de ufak bir oda işlevi görür, ufak ev bahçeye doğru damla berber genişlerdi. Dama mutfaktan çıkılırdı, evin pek çok gündelik işi de bu damda yapılırdı. Kirazlar ve dutlar burada kurutulur, yemekler burada yenir, akşam çay eşliğinde sohbetler edilirdi. Anneannem ve dedem genelde burada uyumayı tercih ederlerdi.
Bahçeye geçiş de buradan sağlanırdı; dalları maketin[3] üzerine uzanmış ağaçtan birkaç dut koparılır, damdan dedemin çaktığı ahşap merdivenle bahçeye inerdik. Eğer hava çok sıcaksa odunluğa atılmış sedirlere uzanır, saaatlerce kitap okurduk. Sonra bahçeye çıkar, ağaçlara tırmanır, hamakta sallanır, çamurla oynardık. Anneannem ev yapmakta usta olduğu gibi, çamurdan ev yapma oyununda da ustaydı. Bu oyunda kıvamlı çamur kubbe haline getirilir; kapı olarak ufak bir ağız, tepesine de bir delik açılır. İçine ufak bir ateş yakılır; ateş ağır ağır çamuru kurutur, katılaştırır ve sağlamlaştırır. Belki de gördüğüm ilk inşa demeyimi de, anneannemin işte bu çamurdan eviydi.
Yatak odasına ufacık bir holden geçilirdi. Holün bir duvarı askı olarak kullanılır, iş için kullanılan gömlekler ve ceketlerin yanında bir de dedemin el kantarı asılı dururdu. Holün diğer tarafındaysa mühürlü bir kapı vardı. Bu kapı, bitişik evle aramızdaki sıcak temastı, bir gün açılacak olsa Narnia’ya açılacak gibi hissederdim. Geceleri kardeşimle herkes uyuduktan sonra kapının önünde oturur, yan evden gelen sesleri dinlerdik. Büyüyünce öğrendik ki, aslında biz bir evin yarısında, onlar da diğer yarısında yaşıyor. Mühürlü kapı diğer tarafta bir merdivenin ağzında, hiçbir yere çıkmayan bir kapı olarak duruyor. İnsanların nesiller boyu yaşadıkları evler, aile hikayelerinin mitolojileri ile bezelidir. Anneannemin evi de, herkesin zihninde sihirli bir yere sahip.
II
“Ancak mimar, duvarcı ustası ve binada oturan kişi tek, yani aynı kişi olduğu zaman mimarlıktan söz edilebilir. Bunun dışındaki her şey; mimarlık değil, suç unsuru taşıyan bir eylemin fiziksel olarak şekil bulmasıdır. Mimar-duvarcı ustası-binada oturan kişi, aynen Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olan Tanrı gibi, bir üçlüdür. Bu üçlüdeki benzerliğe, neredeyse eşliğe dikkatinizi çekerim. Bugün üretilen nesnelere mimarlık denemeyeceği gibi, mimar-duvarcı ustası-oturan kişi birliği kaybolduğunda mimarlık da olmaz. Kişi, yitirmiş olduğu ve onsuz insan olarak var olamayacağı eleştirici-yaratıcı işlevini yeniden kazanmalıdır.”
Anneannemin evi yıllar içerisinde pek çok yıkım ve yapım gördü. İlk yapım, elbette evin inşasıdır. 1940’larda, dedem ortaokuldayken, kardeşleri ve babasıyla beraber evin temelini taşlarla döşemişler, kerpiçten tuğlalara taş da katarak duvarları yükseltmişler. Eşeğe ata sarıp keresteleri getirmiş, evin önce bir yarısını, iki sene sonra da diğer yarısını inşa etmişler. İlk “yıkım” da, elbette bütün olarak kullanılan evin, dedemin evin ilk yarısını yeğenine vermesiyle başlamış. Ev ortasından kilitli ahşap bir kapıyla mühürlenmiş, iki aile bir arada ama ayrı ayrı yaşamaya başlamış. Evin alt katındaki odunluk bizde kalırken, ekmeklik öte tarafta kalmış. Ekmekliğin üstü en sevdiğimiz yer, damımız. Üst kat da ortadan ikiye bölünmüş.
İkinci büyük yıkım ve yapımsa, damımızın yıkılmasıydı. Yan aile evlerini yenilemeye karar vermiş olacaklar ki, damı yıkıp yerine kırma çatı yapmışlar. Anneannemin de evi genişletme ve planlarının bununla başladığına inanıyorum. Bu süreçte damla beraber yaşantımızın büyük bir kısmı da sekteye uğradı, bir süre dam olmadan eve sığdık.
Üçüncü yıkım ve yapım, anneannemin bütün evi bahçeye doğru genişletmesiyle başladı. Anneannem baş mimar olarak banyonun yerini değiştirdi, mutfağın ve banyonun olduğu alanı birleştirerek bahçeye doğru genişletti, açık mutfaklı bir salona dönüştürdü. Zemin kattaki odunluk temizlendi ve ikisi de aynı bahçeye açılan iki kapılı geniş bir odaya dönüştürüldü. Bu süreçte hemen yukarıdaki salonda da uzun süre boşluğa açılan başka bir kapı bulundu. Anneannemin projelerinin en can alıcı yanı da budur; her zaman büyümeye, genişlemeye hazır mekanlar inşa eder.
Evin yetmiş yıllık bu yapım-yıkım sürecinde, eve pek çok yeni malzeme eklendi. Bu da evde doğaçlama hamlelerle üretilmiş pek çok malzeme birleşim detayı ortaya çıkardı. Bahçeye uzanan salonun betonarme döşemesi, evin ahşap döşemesiyle birleşiyor. Pek çok noktada evin orijinal strüktürü açıkça okunabiliyor.
Dördüncü ve son yapım, eve bahçeye doğru uzanan balkonun eklenmesiydi. Bu süreçte eve geldiğimizde, anneannemin yatak odasına geçilen ufak holün girişini duvarla kapattığını, üzerine de bir perde astığını gördük. Ev, tapu sınırından tamemen bölünmüş, bitişik nizam iki eve dönüşmüş, yatak odamız da diğer eve dahil edilmiş. Evin ufak oturma odasının kapısı da yukarıdan kırılmış, kapı ve kasa arasında bir karış aralık açılmış. Mahremiyet sağlayabileceğimiz tek oda, parmak ucuna kalkınca dışarıdan gözlenebiliyor. Biz de evden bahsederken “odasız ev” tabirini kullanmaya başladık.
Ev bu haliyle mekan organizayonunda serbest plan kullanan modernist konut tasarımlarını, Mies van der Rohe’nin ve Philip Johnson’ın çalışmalarını anımsatıyor. Tuvalet ve sıklıkla dedemin uyku ve namaz için kullandığı ufak oturma odası geri planda yer alırken, üst kat, alt kat, balkon ve bahçe sürekli beraber çalışıyor. Hiçbir gündelik aktivite için mekan belirleyici değil; ihtiyaçlar doğrultusunda mimari mizansenler sıklıkla tekrar kurgulanıyor. Sandalyeler, masalar bir içeri bir dışarı taşınıyor, yataklar kurulup kaldırılıyor, isteyen istediği yerde oturup uyuyabiliyor. Süregiden mekansal devinim içerisinde, kalabalık ailelerde sağlanamayan mahremiyet alanlarını kolaylıkla yaratmak da mümkün oluyor. Bu tekrar kurgulama, gün içindeki ufak değişikliklerle de sağlandığı gibi yıllara yayılmış tekrar yapma/yıkma pratiklerinde de sürüyor.
III
“(…) çılgınca çoğalan mimarlık, geliştirilmeli ve işlevsel mimarlık yerine başlangıç olarak bu alınmalıdır. İşlevsel mimarlığın, aynen cetvelle resim yapmak gibi, yanlış bir yol olduğu kanıtlanmıştır. Dev adımlarla kullanışsız, kullanılamaz ve sonuçta barınılamaz mimarlığa yaklaşıyoruz.”
Pek çok mimarlık akımının, ince ince yıllar boyu kurdukları pek çok teori, deneysel üretimleri ile benzer yaklaşımlara yerel mimarlık örneklerinde, özellikle de kendi yaşadığım yerlerde karşılaşmak benim için çok etkileyici. Le Corbusier’nin, içlerinde insanca yaşanacak makineler tasarlarken Anadolu’daki yerel mimarlık örneklerinden ilham alması, Hundertwasser’in de rasyonalizmin, modernizmin tam karşısına koyarak ürettiği mimarlıkların yine pek çok yerde rastlanan yerel ve doğaçlama mimari yaklaşımlara benzemesi, mimarlık hakkında bize pek çok şey anlatıyor. Anneanne Evi’ne çağdaş gözle bakıldığında pek çok detaya modernist, transotomatist[4] ya da brutalist demek mümkünken, ev elbette kendi teorisini, pratiğini ve mitolojisini çoktan üretmiş durumda. Bütün bu yaklaşımların ortak yönünün, tutkuyla, insanca yaşamı mümkün kılmak olduğuna inanıyorum. Anneanne Evi’ndeyse yaşam, doğrudan ve hızlıca kendi deneysel mimarlığını üretiyor.
[1] Tırnak içindeki alıntıların tümü, Hundertwasser’in Küf Manifestosu’ndan alınmıştır.
[2] beş taş oyunu
[3] sedir
[4] Hundertwasser’in öncüsü olduğu sanat akımı.



Harika… gozlerim yasardi. Keske kuzenlerine senin anlattigin kadar guzel bir dille bu kus yuvasi evi anlatabilsem.
BeğenLiked by 1 kişi