BERFİN KÖRÜKÇÜ

Bu yazı Alain Resnais’in belgesel niteliğindeki “Gece ve Sis” filminin zaman, mekân ve beden olmak üzere üç alt başlık içerisinde incelenmesinden oluşmaktadır. Bu kavramlar hakkındaki düşünceler çeşitli makaleler, felsefi fikirler ve edebiyat eserleri ile desteklenmiştir. Zaman kavramı sadece olayın geçtiği anı kapsamayıp zaman içerisindeki zamansızlığın Aion ve Kronos kavramları ışığında incelenmiştir. Mekân kavramının sadece fiziksel olarak içinde bulunduğumuz yerleri değil aynı zamanda o yerlerde hissedilenlerle bir bütün oluşturduğuna, toplama kamplarının nasıl normalleştirilmeye çalışıldığına değinilmiştir. Olayların yaşandığı mekanlar ile belgeselin hazırlandığı yıllarda çekilen olay sonrası görüntüler karşılaştırılıp mekanın solmuş duyguları incelenmiştir. Son olarak beden kavramında ise getirilen sürgünlerin fiziksel görünüşlerinin nasıl standartlaştırılmaya, ruhlarından, duygularından uzak birer nesne haline getirilmeye çalışılması ve buna rağmen benliklerinden kolayca ayrılamaması ele alınmıştır.

Alain Resnais döneminin ötesinde bir bakış açısına sahip olup dönemin hassas konularından olan toplama kampları ve orada yaşanan korkunç olayları izleyicilere aktarıyor. Yaşananların sadece orada ve o zamanda bırakmayıp zamansız bir şekilde olayların sorumluluğunu tüm insanlığa yıkarak objektif bir bakış açısıyla yansıtıyor.

Geçmiş sadece geçmişte midir? Zaman sadece içinde bulunduğumuz anı mı kapsar, yoksa geçmiş, gelecek ve şimdi aynı anda mı yaşanmaktadır? Bu tip sorular insanlığın en başından beri dile getirilmiş fakat kimsenin henüz net bir cevap bulamadığı sorular halini almıştır. Zaman kavramı, birçok felsefi fikrin de doğuşunda önemli bir yer teşkil etmiştir. Örneğin, ‘Kronos ve Aion’ bunlardan birisidir. Yunan mitolojisinde en eski tanrılardan biri olan Aion, başı ve sonu belli olmayan, sonsuz ve sınırsız bir zaman döngüsünü temsil eder. Platon felsefesinde yer alan Aion kavramı, değişmeyen ve sadece akılla kavranılan bir şey iken, Kronos ise sürekli oluş halinde ve sadece algıyla anlaşılabilen bir şeydir. Biri, öncesiz-sonrasız, diğeri ise yaratılmış olup son bulacaktır. Birisi sayılamaz ve ölçülemez, diğeri ise sayılabilir ve ölçülebilir.

Zaman, sinema sanatında gerek konu olarak gerek kurgunun izleyiciye aktarılmasında özenle çeşitlenir. Bazı filmlerde kısa bir süre içinde bazen bir gün bazen ise bir asır anlatılır. Bu yönetmenin zamanı nasıl yansıtmak istediğine bağlıdır. Bazı filmlerde ise zaman kronolojik olarak gitmez, ya düzensiz bir biçimde izleyiciye gösterilir ya da tamamen belirsizlik üzerine kurulmuştur.

Fransız bir yönetmen olan Alain Resnais, filmlerde belirli bir zamanda geçen olayları zamansızlaştırarak aslında bu olayların sadece geçmişte -yaşandığı dönemde- yaşanmış gibi değil, aslında günümüzde veya gelecekte de buna benzer olayların yaşandığını ve/veya yaşanacağını anlatmak istemiştir. Alain Resnais “Nuit et brouillard (Gece ve Sis)” filminde “Kamplardaki felaketlerin ilk ve son kez yaşandığını farz ediyoruz. Bir zamanlar, bir yerlerde ve sadece bir kereliğine yaşandı diyoruz. Etrafımızda olanları görmezlikten geliyor, insanlığın susmayan çığlıklarına kulaklarımızı tıkıyoruz.” sözleriyle zamansızlaşmayı izleyicinin gözleri önüne sermiştir. Filmde bunun yanı sıra toplama kamplarında istiflenen sürgünlerin yaşadığı bir günü anlatırken “Gün yine 24 saat, güneş doğudan doğup batıdan batıyor fakat ne gece var ne de gündüz.” sözleriyle, günün başlangıç ve bitişinin bir Kronos’a sığdırılmadığını, Aion içinde belirsizleştiğini izleyiciye iletmiştir.

Film olayların gerçekleştiği günlerin görüntüleri ve olayların üzerinden belli bir zaman geçtikten sonraki görüntülerin birleştirilmesiyle ve karşılaştırılmasıyla iki farklı zaman dilimi arasında bir köprü oluşturmuştur. Ama filmde bahsedilen geçmiş, hala günümüzde de geçmiş olsa da, bahsedilen şimdi günümüze göre geçmişte kalmıştır. Aktarılan sözlerde geçen son kez ibaresi günümüz için de gelecek konumunda bulunmaktadır. Bu gelecek aslında Platon’un da bahsettjği zaman kavramı olan Aion’un sonsuzluğunda bir noktadadır. Anlatılmak istenen bu noktaya ulaşmanın imkansızlığı ve bu Son’un bir son olmadığıdır.

Alain Resnais zaman kavramını, mekanlar üzerinden de anlatmaya çalışmıştır. Mekanların olay anındaki görüntüleri ve filmin çekildiği andaki görüntülerinin karşılaştırılması ve geçen zaman içerisindeki mekanların çevresinde gerçekleşen değişimleri göstererek, zamanı mekanla birlikte işlemiştir. Filmde bir sahnede bahsedildiği gibi, tren raylarının eski görüntülerinde sürgünlerin,
yolda ölenlerin kan lekeleri, çürümüş bedenleri varken günümüz görüntülerinde çimenler çıkmış, turistik geziler düzenlenmektedir. Bütün bunlardan mekanların da kendince bir yaşama sahip olduğunu, başka bir deyişle doğum, gelişim, yaşam ve ölüm evrelerini barındırdığını yorumlayabiliriz. Böylece mekan, ölümünden sonra tıpkı bir insan gibi, yaşamından sadece izler bırakmaktadır.

Zamanın göreceliliğini toplama kamplarındaki gaz odalarında net bir şekilde gözlemleyebiliriz. Nazi subaylarının daha kısa sürede daha çok can almak için kullandıkları bu mekânlar, onun içine tıkılıp can veren sürgünler için asla bitmeyen acı dolu dakikaları simgeler. Bir yanda tamamen dışsal, sayılabilir bir zaman; diğer yanda ise ölçülemeyen, içsel, gerçek bir zaman. Zamanlar arasındaki bu zıtlık içerisinde subaylar tarafından bir çalışma alanı olarak algılanan mekan içerdeki sürgünler için yaşamlarının sonlanacağı yer olması mekanların göreceliğini göstermektedir.

Öte yandan mekân, dört duvardan oluşan bir yapı olmasının ya da olmamasının çok ötesinde tüm duyu organlarımızla algıladığımız bir kavram olmakla birlikte, bireylerle etkileşime geçtikçe anlam kazanmaktadır. Heidegger ‘’yaşamak, düşünmek, inşa etmek’’ makalesinde bu konu hakkında fikirlerini şu şekilde ifade etmektedir: mekânlar kolaylıkla inşa edilebilir, fakat o mekânlara anlam kazandıran, içinde yaşanan olaylar ve içeride yaşayanların barındırdığı duygulardır. Bir yapıya dışardan baktığımızda dört duvardan ibaret olarak görsek de, içinde yaşanan olaylar, biriktirilmiş anılar o yapıya ruh kazandırır. Makalede bahsedilen bu mekan algısı sadece oturma eyleminin gerçekleştiği alanı kapsamayıp kişilerin içinde bulundukları benliklerini ve o mekanın onların yaşamı üzerindeki etkileri üzerine şekillenebilir şeklinde aktarılır. İşte filmde de bahsi geçen bu mekanlar, Heidegger’in bahsettiği mekan kavramının bir benzeri olarak gösterilir. Filmde bu mekanlara getirilen sürgünlerin o mekanı, mekanı inşa eden kişilerin benlikleri ve kendi iç dünyalarında hissettikleriyle şekillendirmişlerdir. Alain Resnais de bu durumu izleyiciye vurgulamak için, belgeselinde mekanları hem günümüz halleriyle hem de olayların yaşandığı zamana ait yaşam kesitlerini karşılaştırarak ekrana getirmiştir. Belgeselde izleyiciye gösterilen bütün toplama kampları, şu an herhangi bir ahırdan, depodan farksızmışçasına dışardan gözlemlenebilse de içinde yaşanan olaylar bilindiğinde bunları sadece beton yapılar olarak görmek imkansız hale getirmektedir. Artık o mekanı sadece mimari bir yapı olarak değil, yaşanmışlıklarıyla düşünmeye insanı zorlamaktadır. Orada gözümüze takılan her bir detay yaşananların bir belgesi gibi önümüze serilmektedir. Belgeselde bahsedilen bir toplama kampındaki 3000 İspanyol sürgün, Mauthausen madenine giden merdivenin inşasında zorla, hayatları hiçe sayılarak, sabah akşam demeden çalıştırılıp, ölümlerine sebep olmasına rağmen, bu merdivenin hikayesini bilmeden önünden geçen bir kişi için bu merdiven sadece ruhsuz bir merdivenden ibarettir. Bir mekanı çoğu zaman oraya ait bir koku, bir ses ya da orada yaşadığımız mutluluk veya acı hissiyatı ile birlikte hatırlarız. Bu algılar bazen beynimizdeki diğer hatıra ve duyularla birleşir.

Bir mekanı geçici yapan şey bir çadır gibi elemanlarının toplanın bir başka yere kolaylıkla götürülüyor olması mıdır? Yoksa zaman, olay ve kişiler de o mekanı geçici yapabilir mi? ‘’Gece ve Sis’’ belgeseline baktığımızda bir çeşit ahır veya depo gibi durmasına rağmen orası bir toplama kampıydı. Ve diğer tüm binalar nasıl inşa ediliyorsa öyle inşa edildi. Tüm planlama, teklif, müteahhit işleri nasıl yürütülüyor ise öyle yürütüldü. Bütün bunlarla birlikte oraya getirilen, sürülen insanlar ve orada gördükleri zulüm, işkence ve katliam orayı bir toplama kampı yaptı. Belgeselin çekildiği zaman olarak bakarsak -bu katliamdan 10 yıl sonrası- ya da günümüzde artık orası turistlerin önünde fotoğraf çektirdiği bir yer halini almış durumda. Fakat sırf bu yüzden oraya geçiciymiş gözüyle bakabilir miyiz? Belki de tam tersine mezar taşları gibi geçmişin izlerini tüm acılarıyla birlikte son derece hatırlatan kalıcılıktadır.

Mekan konusunu başka açılardan da ele almak lazım. Örneğin, filmdeki toplama kampının şehirden çok da uzakta olmaması veya kampın içinde hastane, hapishane, genelev binaları gibi yapılarla nerdeyse bir şehir oluşturması bize neyi anlatıyor? Peki ya bahçede büyük harflerle yazılmış ‘’çalışmak özgürlüktür’’ şeklinde mottolar? Kocaman bir ironi ve bir tür normalleştirme. Fakat ne için olduğunu açıklamak zor.

Toplama kampları herhangi bir şehirden farksızdı. Sıfırdan inşa edilmiş bir şehre, bir şehir hayatında ihtiyaç duyulacak her şey eklenmişti. Dışarıdan bakıldığında normal bir köy gibi hastanesi, hapishanesi, ahırı ve hatta genelevi olan bir hayat kurulmuştu. Bazı ‘köylerde’ ise yöneticilerin eğlencesi, sorumluluklarının yükünden bir süre kaçmak için diğerlerinden farklı şekilde hayvanat bahçesi, özel bitkilerin toplandığı bir botanik bahçesi, senfoni orkestrası, bazen yetimhane ve sakatlar için baraka bile barındırıyordu. Bu inşa edilmiş mekanlar, yapılan korkunç işlerin hem subaylar hem de dışardan bakan insanlar için normalleştirilmesi, sanki orada normal bir hayat seyri varmış gibi yansıtmak bir yandan da hissetmeleri için bu şekilde yapılmıştı. Bu dünyada yaşayanlar ve izleyenlerin durumdan farkındalıkları zamanla eriyerek alışılmış hayata geçmişti. Dışarıdan bakıldığı zaman normal bir hastane gibi gözüken bir bina içeri girildiği zaman hiç bir hastanede yapılmaması gereken müdahaleler yapılmaktaydı. Basit bir hastalık sebebi ile hastaneye giden hastalar, bazen bir uzvu veya organı eksik olarak çıkıyor, bazen de hiç çıkamıyorlardı. Böylece hastahane asıl kimliğinden çıkarak bir deney laboratuvarına, insan vücutları ise denek malzemelerine dönüştürülmüştü. Hapishaneler de hastahaneler gibi kimliğini kaybedip içeride devamlı işkence edilen yapılar olmuştu. Gaz odaları ve krematoryumlar bir tasarım işi olarak ele alınarak, içeride gerçekleşecek korkunç olaylara bakılmaksızın dönemin mimarları tarafından ruhsuzca tasarlanmıştı. Bütün bunlar yeryüzünde dehşet verici, dışarıdan bağımsız, kendi içlerinde yeni bir düzen barındıran köylerdi.

Alain Resnais bu filminde bedeni her hangi bir nesne olarak izleyiciye sunmaktadır. Bu vurguyu yapmaktaki amacı gerçekten de oradaki sürülen insanlara bir nesne olarak davranmalarından gelir.

Beden, kendi başına fiziksel bir obje olarak değil, ruhla bir bütün olarak çalışır. Filmde bu, tekdüzeleştirilmiş bedenlerin hala hayal kurabildikleri ve buldukları araçlar ile bir şeyler yazmaya çalıştıklarından anlaşılmakta.

İnsanları insan yapan ve diğer insanlardan ayıran bazı özellikleri vardır. İnsan, duygularını barındıran bir ruh ve bu duygularını fiziksel olarak dış dünyaya yansıtabilmesini sağlayacak bir araç olarak bedenden oluşmuştur. Kısaca beden ruhun kütlesel bir varlığa dönüşmesidir. Descartes’ın da dediği gibi “Kartezyen gelenekte zihin-beden ve özne-nesne ikileminden yola çıkılarak ontolojik açıdan realist ve natüralist bir tavır benimsenir.” Descartes’a göre düşünen şey, aynı zamanda zihindir, ruhtur. Çünkü o, zihni ruhla ya da akılla düşünmeden hiçbir zaman ayırmaz. Bu farklılaştıran özellikler kişilerin fiziksel görünüşlerinden kaynaklanmasının yanı sıra, asıl olarak iç dünyalarındaki benliklerinden gelir. Bu insan algısını kırmak amacıyla, insanların birbirinden ayrılan özellikleri kaldırılmaya çalışılmıştır. Bunu gerçekleştirmek için bedenler soyulmuş yani kıyafetlerinden ayrılmış, saçları kazınmıştır. Bununla birlikte kamplara getirilen bu insanlar yalnızca bir beden halinde görülüp kişilikleri hiçe sayılmıştır. Belki de asıl hedefledikleri şey bedenlerine böyle davranarak onların ruhlarını da hiçe saymak ve böylece tam olarak istedikleri malzemeleştirilmiş bedenlere kavuşmaktı. Nihayetinde elde ettikleri bedenleri bir ham maddeymişçesine kullanmışlardır. Başından beri yararsız görülen insanlar artık onların gözünde daha işlevsel bir hal almıştır. Bunu vücutlarından elde ettikleri yağlar ile sabun yaparak, kemiklerinden gübre elde ederek ve saç tellerini çeşitli kumaşların yapımında kullanarak sağladıkları belgeselde o zamandan kalma fotoğraf ve belgelerle gösterilmektedir.

İsimler, insanların kimliklerini oluşturan demirbaşlardan sayılır. Yine bu insan algısını kırmak için kampa getirilen bu insanlara isimleri unutturulmak istenmiş ve isimleri alınmış bunun yerine numaralar verilmiştir. Verilen numaraların her biri başka birini temsil etmektedir. Tıpkı günümüzde kendi ülkelerimizde sahip olduğumuz kimlik numaraları ve uluslararası alanda sahip olduğumuz pasaport numaraları gibi rakamlar ve harflerden oluşan bu kodlarla bu bedenler arasında bir sıralama oluşturulup kayıt tutulmuştur. Bu kodlar, orada giydirildikleri kıyafetlerin üzerine işlenerek onlara sıra numarası verilmiş ve bu kodlar renklendirilerek kampa gelen sürgünler arasında hiyerarşik bir düzen kurulmuştur. Bu hiyerarşik düzenin kurulmasında kampa getirilen sürgünlerin toplama kampına getirilmeden önceki yaşamlarında işledikleri suç oranlarına bağlı olarak yüksekten alçağa sıralanmıştır. Suçlu olanlar bu kampların içerisinde daha üst bir konuma sahipken, bu konumlandırma suç oranı azaldıkça düşürülmüştür.

Beden ile ruhun bölünemez bir bütün olma durumu, tamamlanmış bir insanın en önemli göstergesidir. İkisi arasında oluşan bir tutarsızlık, her ikisinin de özelliklerini kaybetmesine böylece insanın asıl varoluşundan uzaklaşmasına sebep olur. Dorian Grey’in hikayesi veya Nazi kamplarındaki sürgünlerin yaşamları, bu uzaklaşmaya yani bedenin devamlılığına karşı ruhun giderek zayıflamasına örnektir. Dorian Grey’in gençliğinin ölümsüzlüğü giderek duygularının değişimine, kaybına ve ruh dengesinin bozulmasına neden olurken benzer bir şekilde Nazi kamplarındaki sürgünlerin de yaşadığı işkenceler sonucu duygularının giderek yok olması ve bedenlerinin sadece hayatta kalmak için yaşam belirtisi göstermeleri aradaki dengesizliğin göstergesidir. Her iki durumda da bedenin ruha baskın gelmesini ve böylece ilk ruhu kişiliksizleştirmesi daha sonra da ruh olmadan kendisinin yani bedenin de yalnız başına bir insanın varoluşluğunu taşıyamaması görülmektedir.

Metin yazarlığı, tüm bu olaylara tanıklık etmiş Jean Cayrol tarafınndan yapılmış bir tarihi belgesel niteliğindeki ‘Gece ve Sis’ kısa filminden yola çıkarak; zaman, mekan ve beden kavramları, en basit ve en temel anlamlarının yanı sıra farklı bakış açıları ile yaklaşıldığında açıkça görülüyor ki sahip olduğumuz beden, içinde bulunduğumuz mekan ve geçirmekte olduğumuz zaman, taraflara ve bu kavramların birbirleriyle olan iletişimlerine göre farklı şekillerde algılanmaktadır. Sonuç olarak, Alain Resnais’nin de sunmuş olduğu gibi zaman, mekan ve beden tanımları, tam da bu kavramlar arasındaki ilişkilerin kesişimleri ve ayrışımları sonucunda değişiklik gösterir.

Kaynaklar

Topakkaya, Arslan. Zaman Kavramı Bağlamında Platon-Ari̇stoteles Karşılaştırması. (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2012 Bahar, sayı: 13, s. 219-231 ISSN 1306-9535, http://www.flsfdergisi.com

Resnais, Alain. Gece ve Sis. 1956. Argos Films. Film. https://www.imdb.com/title/tt0048434/

Heidegger, Martin. Poetry, Language, Thought “Building, Dwelling, Thinking”. 1971. (Çev. Albert Hofstadter (ing.).) Harper & Row Publishers, New York.

Wild, Oscar. Dorian Grey’in Portresi. 1890. Can Yayınları, İstanbul (Çev. Nihal Yeğinobalı)

*Kapak Görseli: Alain Resnais’nin “Gece ve Sis” filminden alınmıştır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s