BAVER BEKİROĞLU
— Metrodan çıktım yürüyorum.
— Ben de Şişhane Durağı’ndayım, geliyorum.
— Umarım yetişiriz ya 8 dakika var.
— Ben inince koşarak geleceğim.
— Tamam ben de daha hızlı yürüyeyim.
Telefon kapandı. Yürüyüşüm hızlandı. Gezi parkı kestirme olur diye düşündüm. Parka girdim ama birçok yerde zemin buz tutmuştu. Düşme tehlikelerinden sonra gezi parkından hemen çıkmaya karar verdim. Karar vermek yetmiyordu, çıkana kadar kayacaktım. Yürüyüşüm yavaşladı. O geç kalınca ben de kalmış olacağım diye düşündüm. Geç kalırsak da başka bir çare bakarız artık ne olacak. Mardin’deki atölyede tanıştığım arkadaşımla birkaç aydır görüşememiştik. Anlaşılan gece Atatürk Kitaplığı’nda çalışacak olmamız birkaç arayı birden kapatacaktı. Kütüphaneye son giriş gece 12’de, biraz geç kalsak da giriş yapmıştık kütüphaneye.
Geçen aylar, yaşananlar, ruh halleri, yapılacaklar… 3 4 molada ara kapatıldı. Hafta sonu Sema Hocanın da katılacağı Kocaeli’ndeki konferans konuşuldu. Birden kendimizi plan yaparken bulduk. Enes de gelirse üçümüz gidebiliriz dedik. Enes de gelirim dedi. Sonraki gün dedi bunu. Orada olsaydı o an gelirim derdi. Sadece Kocaeli’ne değil bizimle Kars’a kadar gelirdi bence. Neden Kars peki? Çünkü Kars Kocaeli’nden soğuktur ve Kocaeli’nden daha uzaktır. Mart ayında soğukluk hesaplanması gereken bir gerçekliktir. Benzin de öyle ama benzini üçe bölebiliriz, soğukları değil. Whatsapp grubumuzda planları esprilerle kurguluyor sonraki gezileri ve olası gidilecek yerleri de tartışıyorduk. Cuma günü Sema Hoca tek gidiyor ise onu da bizimle gitmeye davet edelim dedik. Çoktan gitmişti… Cumartesi günü sabah 7 de çıkıp (hava karlı olacağından) yavaş yavaş gideriz dedik. Gece geç uyumuştum. Bayağı bir geç uyumuştum. Sabah 6. 45’te alarmla uyandım. Nadirin daha yola çıkmadığını görünce biraz daha uyuyabilirim diye rahatladım 30 dakika daha uyudum. Unkapanı pilavcısının önünden alayım seni dedi. Etrafta sekiz bin beş yüz Unkapanı pilavcısı olduğunun ikimiz de farkındaydık elbette ama hangisinde buluşacağımızı ikimiz de biliyorduk. Aceleyle çıktığımdan montumu giymemiştim. Soğuk bir tokat yedim havadan. Son günlerde çok soğuk tokatlar yiyordum bu bünyeye iyi değil herhalde deyip montumu giymeye karar verdim. Kısa mesafeye mont giyme mağlubiyet hissi yaşatıyordu. Kar oyun motorunda yağar gibi yağıyordu. Kapatmanın bir yolu olmalı diye düşündüm. Kar küresinde yaşamıyorum sonuçta kardan kaçabilirdim. Kapanmıyor, kaçamadım… Buluşma noktasına vardım. Kahvaltısız çıkmıştık. Ama pilavcının açık olup olmamasına aldırmadık. Sabah sabah pilav yenmez değil de tavuğu çok tatsız tuzsuz. Enes’i almaya yola koyulduk. Sabahın erken saatlerinde co-pilotluğa başladım. Pilotumuz da uykusuzdu. Gece 4’lere kadar uyanık kalmış idi. Nadir’de gerçekten uçak pilotu sesi vardı. Ya da tüm pilotlarda Nadirin sesi vardı. Kendimi kandırmayayım ikincisi daha gerçekçi. Enes’e 10 dakikaya oradayız dedik ve 10 dakikada orada olduk böyle de sözümüzün eriyizdir. Taşkışla’dan Vodafone Parka giden yokuştan Enes’i aldık. Kar yağıyordu. Yokuşta durabildik, kaymadık. Arabaya bindi. Ben ince giyindim ama gerçekten çok soğukmuş dedi. Bölmedik işte bölemedik soğuğu ne hatırlatıyorsun? Müzik açtım. İkisi muhabbet ederken müziğin de etkisiyle yola daldım. Köprüden geçerken Enes “Ben hikaye paylaştım, sizi etiketlemeyi unuttum” deyince kendime geldim. Sil abi bu saatte kim görecek dedim. Sildi, bizi etiketledi, tekrar paylaştı. O sırada babası aradı. Hikaye çoktan görülmüş. Köprüyü geçemeden yanılmak. Güldük. Otoyolda giderken yakıtın 30 kilometrelik kaldığını söyledi Nadir. “ İyi abi ilk petrole girelim.” Önümüzdeki kilometrelerce bütün benzin istasyonlarının devlet yoluna kurulmuş olması dışında bir problem yok. Sapamadık yoldan, menzil 20’ye sonra 10’a düştü. En son otoyol ile devlet yolunun çok yakın olduğu ve aralarında petrol istasyonunun olduğu bir yerde kenara çektik. Enes istasyona yürüyerek gidip benzin alma fikrine çok sıcak bakıyordu. Fakat dışarısı soğuk ve soğuğu bölüşemeyeceğimizi üç yüz bin kere söylemiştim. İndi arabadan. Eğimin çok fazla ve kardan ulaşmanın mümkün olmadığını anlayınca geri geldi. En yakın benzin istasyonunu harita 20 km ye yakın gösteriyordu. En büyük korkumuz arabanın benzininin bitip deponun hava alacak olmasıydı. Bu bütün günümüzü öldürebilirdi. Menzil sıfır olana kadar bir miktar daha gittik. En kötü senaryoları konuşup gülmeye devam ediyorduk. Sıfırda bir miktar daha devam ettik otoyoldan sapıp petrol istasyonu olan yere yetiştik. En azından harita yetiştiğimizi gösteriyordu. Ancak petrol istasyonu görünmüyordu. Az daha gidip artık şansımız kalmadığını anlayınca önümüze gelen ilk yerde yoldan sapıp içeriye girdik. Bir tır garajına girmiştik. Garaj çoğunlukla karla kaplıydı. Bir tekerlek izi garajın başından sonuna serilmiş beyaz örtüyü kirletiyordu. Tırların arasına kar birikintisi olan bir yere arabayı kaydırarak da olsa park etmeyi başardı. Park ederken örtü daha da kirlendi. Arabayı itemiyorduk , yerler kaygandı. Nadir ara ara kayıyor muyuz diye frenle ufak testler yapıyordu ve son testlerde kayıyorduk. Kar yağmaya devam ediyordu. Garajdakiler ilerde bir bayrağı işaret edip orada petrol istasyonu olduğunu söylediler. Yürüyüp pet şişeyle yakıt almaya karar verdik. Garajın arka kapısından gösterdikleri yöne doğru yürümeye başladık. Ancak garajdakiler giriş yaptığımız kapıdan çıkıp kaldırımdan gidebileceğimizi söylememişlerdi. Çamurlu ve karlı tarlalardan geçerken bulduk kendimizi. Nadirin dizi ameliyatlı olduğundan arabaya dönmesi gerektiğini düşündük. O döndü biz devam ettik. Enes’le petrole ulaştığımızda sırılsıklamdık. Petrol istasyonunda benzini elden verebilmelerinin tek yolunun karakoldan imzalı kâğıt almamız olduğunu söylediler. Israr etmemize kimliğimizi veya ikimizden birini rehin bırakıp arabayla geri gelebileceğimizi iletmemize rağmen kabul görmedi. Kurumsal istasyon olmasa verirlerdi diye düşündüm. 3-4 sokak ilerdeki bir karakolu tarif ettiler. Karda ve soğukta yürümeye devam ettik. Kesin hasta olacağız kesin diye söylenip gülüyorduk ara ara. Güldüğümüz şeyler bu kadar az ve niteliksiz değildi tabi. Sema hocanın bizimle gelmiş olma senaryosundan Nadiri tır garajında bırakıp otobüsle gitme senaryosuna kadar tüm ihtimalleri değerlendirip gülüyorduk. Bahsedilebilecek her şeyden komik bir nokta bulup vakit geçiriyorduk. Bunu karda yürüme dışında da yapıyorduk. İşin ilginç tarafı sık sık hangi konuya nereden geldiğimizi kaçırıyor da oluşumuzdu. Yürürken Whatsappta konuştuğumuz, konunun oraya nasıl gittiğini hatırlamadığım “seni NFT yapacağım yavrum” esprisi yeniden geldi aklımıza. Kim bilir her yıl kaç genç NFT olma uğruna böyle kötü yollara düşüyordu veya düşecekti. Biz kötü yollara düşmedik ama yürüdüğümüz yol iyi sayılmazdı, çoraplarım çoktan ıslanmıştı. Botum botluk vazifesini yerine getiremiyordu. Tam bir “BOT” gibi davranıyordu. Boş ve karlı sokaklarda yürürken 7-8 yaşlarında bir çocuk gördük. Enes çocuğa etrafta karakol olup olmadığını sordu. Çocuk hafif tedirginlikle bir şeyler söyleyip geçiştirdi. Bence pek akıllıca bir soru değildi. Kötü sonuçları olabilecek bir soruydu. Çocuğu geride bırakırken bunu fark edip güldük. Karakolu daha ilerde, sorulabilecek yaşta birine sorunca bulduk. Girişte Polis memuru sorular sorup durumu anlamaya çalışıyordu. Bir yandan da izin kâğıdı arıyordu.
—Nereye gidiyorsunuz?
—Kocaeli
—Gebze
—Kocaeli
—Evet Kocaeli
—Nerelisiniz?
—Diyarbakır
—Antalya (Boynunda puşi)
—Sen herhalde burada büyüdün?
—Hayır Diyarbakır’da büyüdüm
— İyi şive işini halletmişsin
….
— Kocaeli’nde ne yapacaksınız?
—Hocamızın konferansına katılacağız
—Hocanız kim?
—Sema Alaçam
—Tamam geçin içerdeki bayan memur yardımcı olacak.
Yürümeye başladık
—Abi Doğan Hasol da diyebilirdik niye Sema hocanın ismini verdik
— Bilmiyorum da herhangi bir isim verseydik de geç diyecekti ayrıca…
İçerideyiz, polis memurun telefonla konuşmasını bitirmesini bekledik
—Araç kimin adına
—Bilmiyoruz
—Onu arabada bıraktık
—Biriniz TC’nizi söyleyin
—294….
Kağıtlar mühürlendi, imzalandı çıktık. Karakol önünde umursamazca selfie çekip petrole doğru umarsızca yürümeye başladık tekrar.
Kartopu savaşları, ıskalamalarım ve kafaya isabet yediğim kartopları ile devam etti bir süre yolculuk. Çok ıskalayınca bir ara Enes’i yakalayıp kara yatırmak istedim. Elleri cebindeydi ve iyi dayandı, devrilmedi. Büyük bir saygı duymaya başladım dostuma. Puşiden güç alıyor diye de düşündüm. Yolda bir ara Nadir aradı ne yaptığımızı sormak için. Petrolde sorun çıktı karakola gitmek zorunda kaldık dedi Enes. Nadir uykusuzluktan olsa gerek pek meraklanmadan tamam deyip kapattı. Petrole yetiştiğimizde istasyon görevlisinin araba plakalarının girildiği yere TC kimlik numarası girdiğini gördüm. Gözle görmek değil, plaka yerine yazabileceği tek şey kimlik numarası olduğunu bilmenin verdiği emin olma hali. Böyle açıklamış olmam her ne kadar da o eminliği zedelese de gördüm. İki tane bir buçuk litrelik şişeye benzin doldurmaya başlarken son anda abi dizel dizel diye seslendik. Az kalsın şişeye benzin koyacaktı. (Dizel arabalara benzin değil mazot konur). Bu da arabaya daha büyük zarar vermemize neden olabilirdi. Mazotu doldururken şişeden hava çıkacağını öngörmeyince şişe basınçla attı bir miktar yakıtı. Servetimiz akıp gidiyordu. Şişelerin dış yüzeylerine de yakıt bulaşmıştı. Enes şişeleri taşımak için aldı. Bu üzerine bulaşacak mazotla gün boyu üstünün kokacağı bizim de buradan bir yığın espri malzemesi çıkaracağımız anlamına geliyordu. İstasyonda poğaça da satılıyordu. Pişirilmek üzere poğaça siparişi verip arabaya yürümeye başladık. 3 kişi için 5 poğaça siparişi verdik. Üç kişi için BEŞ. 2 patatesli 2 kaşarlı 1 dere otlu. Arabaya dönerken Enes tekrar tarladan ve garajın arka kapısından yürümeyi düşünüyordu, ben garajın etrafındaki yoldan gidebileceğimizi söyleyince yollarımız ayrıldı. O kısa yolu (tarla) seçti bense karın az olduğu asfaltı seçtim. Yetiştiğimde Enes’le Nadir arabaya yakıt yüklüyorlardı. Enes Nadir’e petrol istasyonunda olay çıktığını ve beni karakolda bıraktığını söylemiş Nadir de buna inanmıştı. Arabayla petrole gidip bir daha yakıt yükledik ve poğaça çay yapıp yola çıktık. Yine fren testleri ve ‘evet kayıyoruz’lar…Yola yakıt almış bir şekilde devam edince petrol istasyonları doğal olarak bollaştı ve her biri artık gözüme batıyordu.
İlginç bir şekilde (muhtemelen programın geç başlamasıyla) hiçbir şeyi kaçırmamıştık. Ancak yol boyu süren muhabbetler ve yaşananlardan sonra konuşmalarda ciddi bir şekilde dinleyememe hali başladı. Özellikle açılış konuşmalarında etkinlik tanıtımı ve Mitab bireylerinin tanıtımı gibi şeyler biraz sıkıcı geldi ve kendi aramızda konuşarak gülüşmelere devam ettik. En arkada olduğumuzdan, çok dikkat çekmedik. Bir ara önümdeki çocuğun rahatsız olduğunu hissedince kıkırdamaları tutmaya başladım sadece ara ara tutamayınca dışarıya çıkıp kahkaha atıp geliyordum. Enes de öyle. Neyse ki ilerleyen dakikalarda önümüzdeki çocuk uykuda kaldı, bir ara da başka yerlere gitti, arkadaşları yerini doldurdu. Arkadaşı yerini doldurunca dönen çocuk yere, basamağa oturdu. Farkında olmasa gerek sırtını dizime yasladı ve bir müddet konuşmayı öyle takip etti. Az önce gülüşmelerimizden rahatsız olup – ki haklıydı da- ters bakış atan çocuk şimdi koltuk sanıp dizime yaslanıyordu. Bunu yüzüne vuramazdım ama gülmemek için de zor tutuyordum kendimi. Aslı Özbay ilk konuşmacıydı. Uzun yıllar Kapadokya üzerine çalışmış, tecrübelerini aktarıyordu. Kapadokya ile ilgili şahane şeylerden bahsederken Enes orada staj yapmaya karar vermiş olsa gerek, kahve aralarında Aslı Hocayla tanışmak istedi ama her seferinde başarısız olduk. Doğan Hasol “İyi Mimarlık İçin” adlı sunumunda birkaç sözü ve hareketiyle herkesi gülümsetti. O hengamede bizim kendi gülüşlerimiz kamufle oluyordu. Ancak kendisinde biraz karamsarlık sezdik. Sunum boyunca ülke kent- mimari problemlerinden bahsetti. Sonda bir öğrenci birazcık da motivasyon beklentisiyle biz ne yapacağız? tarzı bir soru sordu. Bilmiyorum dedi. Bilmiyordu. Bilmiyoruz. (Belki de soruyu Sema Hocaya sormalıydılar. Sema Hocanın krizi fırsata çevirmeyle alakalı birkaç yol gösterebileceğine kalıbımı basardım.) Benim de kafama takılıyordu. Bu kadar mimar bolluğu olan bir ülkede? Daha doğrusu her şeyin bu kadar bollukla olduğu bir ülkede? Belki de problem bollukta.. (Problemin çok daha karmaşık ve çözülmesi zor bir halde olduğunu biliyorum. Sadece karikatür çiziyorum gibi düşünün.) Doğan Bey kitabında bir yerde Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkede sadece 160 tane mimar olduğundan bahsediyordu. Çoğu İstanbul ve Ankarada’ydı tabi. Ancak Adana da bir tane mimar olduğunu hatırlıyorum. Bolluk olmayan dönemde de işler pek iç açıcı sayılmaz. Ülkeye yurtdışından mimarların geldiğinden de bahsetmişti ayrıca. Sanırım çoğu ya da hepsi Avrupadandı. Bu da pek iyi sayılmayabilir. Faydaları olsa da bir ülke için en doğrusu o ülkenin mimarıdır gibi bir şeyler demişti. Öğle arası geldiğinde Sema hocayla ve Oğuz Orkun Domayla konuşma fırsatımız oldu. Öğleden sonraki konuşmacılar da onlardı. Koridorda konuştuğumuz ya da beklediğimiz sıralarda Doğan Hasol etrafında bir miktar insanla yanımızdan geçti. Kitap imzalamaya gidiyordu. Yanımda kitap getirmemiştim. Ayrıca bazen kitap imzalamanın sadece gönlü hoş edilmesi gereken birkaç şair ve yazara özel bir ritüel olması gerektiğini düşünüyorum.
Öğle arasından sonra 4. Sıraya oturduk ve sahneye daha yakındık bu yüzden daha iyi de odaklanıyorduk. Oğuz Bey’in sunumuyla başladı ve en ilgimi çeken sunum oldu. Gerçekten de oradaki gençler için ufuk açıcıydı. Konuyu güzel ele almasının yanısıra çalışmalarından örnekler verdi. Bir de yol gösterici kabul edebileceğim piyasada ne var ne yok topladığı Metaverse ile alakalı tüm yazılımlar ilgilenecekler için temel niteliği oluşturabilirdi. El kaldırmama rağmen beni görmediler ve sorumu soramadım ancak tadımı çok kaçırmadı. //* En fazla Metaverse mimarı olamayacağım*// Sema hocanın konuşmasına başlamadan önce kelimeleri açıklaması ve aynı dili konuşuyor olmamız gerektiğini söylemesi oldukça tatlıydı. Etkileşim, arayüz ve yeni gerçeklikler. Gerçekten tanımları yaparak başlasa da herkese bir miktar ağır gelmiş olabilir sunum. Ben fotoğraf çekmekle uğraşmış olsam da telephonoscope, //* unutulabilecek bir kelime değil*// Star Trek, Villemard’ın 100 yıl sonrası, 1970’lerde insanların evlerinde bilgisayar bulundurmaları için hiçbir neden yok diyen bilgisayar şirketi başkanının zihnimde hocanın anlattığı düzlemden çok başka şekillerde esprilerle karışık yer edindi. Nuray Benli Yıldız, Tarihi Yapı Bilgi Modellemesi üzerine bir sunum yaptı. BİM’i tarihi yapı üzerinde düşünmek yani üretilmiş bir şeyi BİM ortamına aktarmak ve yeniden kurgular, üretimler yapma fikri İlginçti. Aslı hoca sık sık soru sorarak araya girdi. Muhabbet bir ara BIM de yerel yazılımlar ve organik formdaki yapıların BİM’de işlenmesinin zorluğu gibi konulardaydı. Ben o sırada çekilişte bana kitap çıkacağını düşünüyordum. Büyük topluluk içinde küçük hesaplar. Ha bir de benzin yolda kalmamalıydık. Dönerken ne olur ne olmaz benzin alalım diye konuştuk bir ara. Bir de kurabiye! Aradayken yediğimiz kurabiyeleri çok beğenmiştik. Sunumda ara ara Enes’le, Sema hocanın önündeki kurabiyeler hakkında da konuşmuyor değildik. Nitekim sunum sonunda, çekilişi beklemeden çıkalım yolda kalırız diye erkenden kalkarken, en öne Sema hocanın yanına uğradık. O sırada kurabiyeden alıp yedik Nadirle. İşin ilginç tarafı Enes yemiyordu. Bütün sunum kurabiye deyip kurabiye yememesi ilginçti. Sema hoca koridora kadar bize eşlik edip vedalaştıktan sonra Enes’in lan ne kadar açsınız gibi bir şekilde sitem edip cebinden kurabiyeyi çıkarıp yemesi benle Nadir’in ağzımızdaki kurabiyeleri bir miktar dışarıya püskürtmemize neden oldu. Devlet yolundan sakin sakin dönmeye başladık. Kar bir ara epeyce bastırdı. Benzin istasyonu kaçırmadık. Hatta birkaç benzin istasyonunda durduk. Kahve almak için. Şarkılar söyleyip muhabbetler ederek az günün yorgunluğuyla da geri döndük. Birkaç gün sonra Kocaeli Mitab ekibindeki bir arkadaşımın çekilişte benim adımın da geçmiş olduğunu söylemesi tatlı bir pişmanlık ve gülümseme bıraktı.