CEYLİN CEYDA HÜNDAL
“… bir kurmaca metni üçüncü şahısla mı yoksa birinci şahısla mı yazacağımıza karar vermek ciddi bir iştir. Kimi zaman hikayeyi hangi şahsın anlatacağına kafa yormak zorunda bile kalmazsınız. Ama bazen ben dilinde anlatmaya başladığınızda hikaye bir noktada tıkanır, tek çıkar yol birinci şahıstan vazgeçmektir; bazen de dedi veya gitti diyerek başladığınız hikayenin üçüncü şahıstan çıkıp ben sesine dönmesi gerekir.”
Ursula Le Guin, Dümeni Yaratıcılığa Kırmak,58
Dünyayı algılama biçimimizi küçük yaşlardan itibaren şekillendiren hikaye anlatıcılığı, biz farkına varmadan kullandığı kiplerle bizi bir şekilde manipüle eder. Bu manipülasyon kimi zaman bireysel başarıları dayatan kahraman rolünü özneye yükler kimi zaman da bütünün içindeki parça olma hissini güçlendirir. Yer yer kahramanlık rolünün beraberinde getirdiği mükemmel olma zorunluluğu kişiyi üretimden ve en önemlisi denemekten alıkoyabilir. Yaparak öğrenmenin baş düşmanı da olabilir.
Bazen inatçı bir optimist olmak gerekir, tekrar tekrar deneme motivasyonu bulmak için.
Biz o motivasyonu tam olarak hangi anda yakaladık net olarak hatırlamıyorum zaten böyle anlar tek bir kırılma noktasında ortaya çıkmaz. Ama tepkimeyi hızlandıran faktörü çok net hatırlıyorum. Mimarlıkta Deneysellik dersini aldığım dönem bir grup arkadaşımla ders çıkışlarında kendimizi mimarinin kuramsal tartışmalarında buluyorduk. Archigram ekibinin iş çıkışı bir barda kağıtlara ufak eskizler yaparak detaylandırdığı fikirlerinin aksine bizim düşüncelerimiz tüketim mekanlarına hizmet eden birkaç kafede hararetleniyor sonra yavaş yavaş sönüp, unutuluyordu. Bu durum sürekli hale gelmeye başlayınca, tartışmaların bizi beslediğini fakat her seferinde denenmeden toz ve gaz bulutuna dönüşen fikirlerimizin uçup gitmesi şevkimizi kırmaya başladı.
Acaba bu tartışmalar bizim şekillendirdiğimiz üretim mekanında fiziksel bir karşılık bulsa nasıl olurdu?
Belirli periyotlarda birbirimizin evinde toplanıp da çalışabilirdik, sonuçta fiziksel bir mekan ise aradığımız buyrun fiziksel mekan. Tabiki beklentimizi karşılamazdı, bağlamı ve bizim için ifade ettiği anlamıyla fiziksel bir mekan karşılığına ihtiyacımız vardı. Bunun akabinde 4 arkadaş birleşip her birimiz cuzi bir miktar para ayırsak kenara ve birleşip küçük bir depo kiralasak diye düşündük.
Önceliğimiz sabit giderleri karşılamaktı. Bunlar da ilk aşamada kira ve internetten oluşuyordu. Bulunabilecek herhangi bir depo işimizi görürdü. Mekansal organizasyonu ve lokasyonundan dolayı Karaköy ilk araştıracağımız semtti. Hanlar bölgesinin üretimle iç içe hali malzemeye erişimi kolaylaştırmasının yanı sıra yapma pratiğine de elverişliydi. İkinci aşamada deponun içerisine yerleştireceğimiz mobilyaları düşünmemiz gerekiyordu. Bunun için kendimize bir öncelik sırası belirledik. Yarışmalara katılmak, akademik yazın üretmek için bize ne gerekliydi?
Masa
Sandalye
Kahve makinesi,
Üç temel öğe tamamlandıktan sonra gerisini kazanacağımız yarışmalardan, yapacağımız proje bazlı işlerden gelir sağlayarak parça parça alabilirdik. Üretim mekanımızın yol haritası yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. Geriye sadece aksiyon almak kalıyordu.
Derslerden sonra yaratılan uygun vakitlerde mekan arayışlarımız başladı. Aslında bu arayış süreci bile başlı başına öğretici bir süreçti. Hanların bugüne kadar incelediğimiz mekansal karakteristiklerinin yanı sıra iç dinamiklerini de deneyimleme şansımız oldu. Bir yapının çekirdeği nasıl merdiven ise bir hanın da çay ocağıydı. Tüm sosyal dinamikler çay ocağı ve çevresinde şekilleniyordu. Yılmaz Değer aracılığıyla irtibat kurduğumuz Serhat Kiraz’ın, Berekethan’da eşya deposu olarak kullandığı bir odayı, bize destek olma amaçlı tahsis etmesiyle mekansal arayışımız son buldu. Artık üretimlerimizi gerçekleştirebileceğimiz fiziksel bir mekanımız vardı. Ahşap doğramalara hangi macun çekilir? Cam kestirilip, nasıl pazarlık yapılır? Evet Karaköy oldukça doğru bir adresti bizim için. Sözel bir iş bölümü yapılmamıştı fakat herkes kendince insiyatif alarak sürecin tamamlayıcı bir parçası haline gelmişti. İlk kahveler yapılıp, laptoplar açıldıktan sonra akıllarda yavaş yavaş buranın nasıl işleyeceğine dair sorular oluşmaya başladı. Amatör bir ekip için “işletme modeli” kelimesi literaturde yer edinemeyecek kadar uzaktı. Fakat buraya gelirken insanlar “nereye gidiyorsun?” diye sorduklarında bir cevap vermemiz gerekiyordu. Her seferinde üretime ve deneysel işlere dair duyduğumuz heycanı anlatmak zor olabilirdi, özellikle otobüse yetişmeye çalışırken. Temelde bu kadar basit bir ihtiyaca cevap vermek için seçtiğimiz bir isimdi, “Han”. Herhangi bir mimari vizyonu, misyonu sırtlamadan kendiliğinden çıkıvermiş bir isim. Bir marka değeri yoktu, bizi yansıtsın ya da bizi tanımlasın gibi bir çaba da yoktu, o sadece kendini yansıtmalıydı ve bizden bağımsızdı artık. Hiç kimse kendini oranın sahibi, kurucusu gibi görmek istemiyordu. Aksine daha çok insan gelsin, burada üretim yapsın, heycanını paylaşsın ve bizim isimlerimiz görünürlüğünü yavaş yavaş kaybetsin istiyorduk. O zaman fark ettim ki “Han”ın ismine karar verme sürecimiz aslında nasıl bir üretim topluluğu olmak istediğimizi yansıtıyordu. Sandalye sayısı artmaya başlayınca lisans, lisansüstü bu oluşuma ilgi duyabilecek tüm arkadaşlarımızı çağırdığımız bir etkinlik organize ettik. Han içerisinde ilk kolektif fikir üretme ve tartışma pratiğimiz bu oldu. Farklı disiplinlerin ve öğrenim düzeylerinin bir araya gelmesiyle üretime dair çeşitlilik artmaya başladı. İlerleyen süreçte kimi zaman dahil olduğum kimi zaman dahil olmadığım birçok yarışma projesi çizildi, kimi zaman insanlar tezlerini yazmak için Han’ı kullandı kimi zaman teorik üretimler yapan gruplar bir araya geldi.
Oluşumun insanlar tarafından da benimsendiğini gözlemlemeye başladık. Artık insanlar Han’a gidip bitirme projelerini de çiziyorlardı, davet ettikleri akademisyenlerle masa etrafında toplanıp söyleşiler de yapıyorlardı. Fakat kolektif olma hali her zaman sürdürülebilir değildi. İnsanlar dönem dönem bir gruba eklemlenebilir sonra bireysel olarak da proje yürütebilirlerdi. Bu üzerine konuşarak oluşturulan bir durum değildi daha çok topluluğun kendi yarattığı bir refleksti ya da ihtiyaç diyebiliriz. Süreci gözlemlediğinizde fark edebiliyordunuz. Herkes kendi çalışma dinamiğine göre pozisyon alıyordu. Doğal gelişen süreçlerin uzun soluklu sonuçları oluyordu. Böylece Han, isminin konulma biçimiyle var ettiği teorik kimliğini, bünyesinde barındırmaya başladığı üretim biçimleriyle de desteklemeye başlamıştı.
Han, benim için böyle gelişen bir süreçti. İsmini koyma motivasyonumuz farklı olsa hikayeyi belki başka başka okuyor olabilirdik. O da farklı bir deneyim süreci olurdu. Örgütlenme biçimleri değiştikçe ve üretim motivasyonu çeşitlendikçe, ortaya çıkacak oluşumların varyasyonlarından söz etmek mümkün. Her bir varyasyonun kendi iç dinamiğinin ve ekosisteminin incelenmeye değer olduğunu düşünüyorum. Formasyonun yatay bir düzlemde ilerlediği bu dönemlerde, bu tarz oluşumlar fiziksel lokasyonlarından bağımsız geniş bir etki alanına sahip olabiliyor. Bir dönem müşterekleşen mekan kullanımı, başka bir kitleye itekleyici güç olabiliyor. Mükemmelin arzusunu ve baskısını gütmeden denemenin yalın heycanı belki ilk adımı atmak için hepimize yardımcı olabilir. Bizi üretmekten geri tutan ne varsa ondan kurtulmamız dileğiyle…
*Ana sayfa (banner) görseli Deniz Akyürek tarafından hazırlanmıştır.