GÜZDEN VARİNLİOĞLU
Mart ayından beri konfor alanımızın yıkılışına şahit oluyoruz. Gündelik hayatımızın gözle görülmeyen bir canlı/cansız tehdidinde değişmesi, içerisinde bulunduğumuz mekanları ve hatta toplumsal değerlerimizi yeniden gözden geçirmemize neden oldu. Her duyduğumda Bülent Ortaçgil’in Normal parçasındaki ironik normsuzluğu hatırlatan yeni normale alışmaya çalışıyoruz.
Dünya olarak yoldan çıktık, kişiler olarak zıvanadan çıktığımız zamanlar geçirdik. Aynı evde/mekanda yaşamak zorunda olanlar, bu kabalık birliktelik içinde yalnız ve yalın hallerini korumaya, yalnızlar ise kendiyle olan kalabalıklığın sorunlarını çözmeye çalıştı. Konfor alanından korku alanına geçtik. Yıllardır ‘vaktim olsa yapardım’ bahanesiyle yapamadıklarımızı hala yapmadığımızı fark ettik. Güvensizliklerimiz su yüzüne çıktı, düşündük, çözemedik. Bir anda dışarısı diye bir kavram kalmadığı için ‘başkası ne der’ düşüncesinden sıyrılmaya başladık. İşte o zaman öğrenme alanına geçtik.
Yapmadıklarımızı yapmaya, bilmediklerimizi öğrenmeye başladık. Evde resim yaptı kimimiz, ekmek ise bir başkası. Ben alinazik kebabı yaptım, güzel de oldu. Evde iş yapmanın keyfiyle yavaşlayan ve basitleşen hayatta toplumsal ve cinsiyetçi rollerin dışına çıkmaya başladık. Saçımızı boyamadık, sakalımızı kesmedik, duş almadık. Öğrendik ya da anladık ki, konfor alanımız aslında çok darmış, hatta daracıkmış. Genişlettik. Bilmediklerimizi öğrendik. Görmediklerimizi gördük.
Sonunda görmeye başladık, aslında su gibi akışkan hale geldik. Bir anlık, bir değişimden çok bundan sonra hep değişeceğimizi kabul etmeye başladık. Hayallerimizi gerçekleştirmek için büyüme alanına geçtik. Yeni hedefler koymaya başladık, ya da eski hayallerimizi gerçekleştirmek için bir amaç peşinde olduk. Ben dünya turu yapacaktım hani, Atlantik’i geçecektim, nasıl da unutmuşum konfor alanımda oturduğum son 5 sene boyunca.
Ama daha önemlisi, ya da her kişinin kendisi için daha önemli gördüğü şeyler farklıdır ama, işlemeyen şeyleri fark ettik. Örneğin 2 saatlik toplantının vakit kaybı olduğunu anladık. Evet evet bölüm toplantıları, proje takip toplantıları, ekip kurma toplantıları…. Ne çok şey yapılabilirmiş meğer o toplantıların kapladığı saatler boyunca. Dünyanın sınırlarının gereksiz olduğunu fark ettik, bak evinden dünyanın tüm mimari jürilerine ulaşabiliyormuşsun. Andrea Boccelli izleyebiliyormuşsun. Duomo’nun önünden, Pink Floyd Pompei konserini bedavaya youtube’dan açabiliyormuş, konferanslara vize, katılım parası, uçak, otel ayarlamana gerek olmaksızın katılabiliyormuşsun. Ama gariptir ki, dünyanın yerelleşmeye ihtiyacı olduğunu da gördük. Bırakın dünyaya açılabilmeyi, yanımdaki kentte yaşayan aileme gidemedim, sahile koşmaya çıkamadım, hatta çöpü atmak için kapıyı açmaya korkmaya başladım. Peki neden tesadüfen bir millete aitiz diye o ülkenin sınırları içerisinde karantinada kalalım? Ülkesine geri çağrılanlar da, alternatif ülkelerinde daha iyi şartlar için özel helikopterlerle kurtarılanlar da bana garip geldi. Garip! Sınırlar hep daha şeffaf hem de daha sağlam hale geldi. Şaşkınlıkla bu çelişkileri kabul edip, hayatta kabul etmek zorunda olduğumuz daha nice çelişkileri fark ettik. Çelişkiler demişken, otorite olan bağımızı anlamaya çalıştık. Ben ki hep bir isyankar ama düzen içinde de yerini bulan bir insan/akademisyen/tasarımcı/mimar olarak, otoritenin bazen de huzur verdiğini öğrendim. Herkes kendinin tersini keşfetti belki, sadece soran ve sorgulayanlar belki de.
Dijital araçların akademiye yansımalarını önemsediğim ve dert ettiğim 20 yıl geçirdim. Henüz lisansta iken ODTÜ’de mimarlık disiplininin konfor alanından çıkıp Görsel İşitsel Sanatlar Merkezi – GİSAM’da sinema okumaya düşünmeye ve tartışmaya başladım. Vertov ile, bulunduğu yeri terkeden kameranın yolculuğunu tartışırken, mimarlık eğitimim boyunca verilen teknik üniversite disiplininin hareketsizliği içerisindeydim. Dinamik, statik, tesisat derslerinin ‘tanımlı konforu’ yerine bilinmeyen bir teori alemine girmeye karar verdim. Çünkü bilmiyordum, yapamıyordum ama bu karanlık bana heyecan veriyordu. Teorik okumalarla mimari tasarımın bilinmez sürecinden uzaklaşıp başka bilinmezlere doğru yola başlamıştım. Bu yolda dijital ortamın esnek, yeni ve çoklu ortamına rastladım. Ama her konfor alanından çıkış, bambaşka bir başka oturmuş disiplinle karşılamakla sonuçlandı. Geçen yıllara baktığımda tasarım, arkeoloji, sualtı araştırmaları, bilişim teknolojileri disiplinlerine burnumu sokmuş oldum, ama yine de yeterince uzaklaşamadım konforumdan.
Bunlardan tamamen bağımsız olarak yaşadığım bir hayatım daha var, denizde, sualtında, dağda mağarada, ev ortamının uzağında bir merak olarak yaptığım aşırı ortam sporları, ya da belki de artık gittikçe yaşama dönüşen deneyimleri. Her seferinde içine sıkıştığımız akademinin gerekliliğini sorgulatan daha sade hayatlar. Örneğin bu satırları yazdığım bir ıssız koyda, ağustos böceklerinin sesleriyle akşama yiyeceğimiz balığı yakalamaya çalışmak kadar da küçük konfor alanlarımız.
Bu yazıyı şu an değil de gelecekte yazdığımda, daha da çok şey fark etmiş olduğumu fark ettim. Gençleştik. Neden mi? UNESCO’nun tanımına referansla ‘bir insan konfor alanının dışına çıkamıyorsa yaşlanmış demektir’. Ben yenilendim, ya siz?