İLGİ TOPRAK
Post-pandemi döneminde alışkanlıklarımızın eskisi gibi olmayacağını, aslında bir taraftan da eskisi gibi olmaması gerektiğini gözlemliyoruz. Hatta bunu anlatmak için bir terim bile var: “yeni normal”. Yeni normalin bence en önemli özelliği, tek bir yeni normal olmaması. Pandemi global olsa da, bulunduğumuz coğrafi konumun pandemiden ne kadar etkilendiğine bağlı olarak yeni normalin tanımı değişebiliyor. Aynı zamanda kişisel ve toplumsal eğilimler de yeni normalin belirlenmesinde etkili oluyor. Hızlı değişen gerçekler nedeniyle toplulukların bazı uyum mekanizmaları geliştirdiğini görüyoruz. O zaman, yeni normali bir adaptasyon süreci olarak ele alabiliriz. Post-pandemi döneminde adaptasyon sürecini sürdürülebilirlik açısından nasıl en etkin kılabiliriz? Birleşmiş Milletlerin oluşturduğu 2030 yılı sürdürülebilir kalkınma amaçları[1]doğrultusunda kentlerin evrilmesi istenen duruma pandemi engel mi, yoksa fırsat mı oluşturuyor?
Bu büyük sorulara, öncelikle sürdürülebilir gelişim hedeflerini özetleyerek ve bunlardan bazılarına potansiyel yaklaşımlar oluşturarak yanıt vermeye çalışacağım. Ben pandemi dönemini Washington DC’de deneyimliyorum. Bulunduğum coğrafya, maruz kaldığım medya ve günlük yaşamımdaki kent deneyim ve gözlemlerimden faydalanarak bu yazıda Amerikan post-pandemi kent projeksiyonları ile ilgili görüşleri sürdürülebilir kalkınma araçları doğrultusunda aktarıp birkaç başlık altında tartışmaya açacağım.
Post-pandemi eğilim, tehdit ve fırsatları
Pandemi ve post-pandemi döneminde “sokaklara ve doğaya dönüş” eğilimi mevcut. Buna rağmen her bölgenin güvenli olduğundan bahsedilemiyor, çünkü eşitsizlik bir tehdit olarak karşımıza çıkıyor. Teknoloji ise doğru kullanılırsa hem pandemic hem de post-pandemi döneminde bir fırsat haline gelebilir.
- Doğaya ve sokağa dönüş: Kentlerdeki ulaşım ve gündelik yaşam modellerini yeniden kurgulanmasına neden olan yeni alışkanlıklar kazanıldı. Bu eğilimleri Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar (11. Sürdürülebilir kalkınma amacı) ile ilişkili olarak irdelemeye çalışacağım. Post-pandemi döneminde bu eğilimler sürecek mi, ve sürerse sürdürülebilir kente faydaları neler olacak?
- Sosyal eşitsizlik sorunu: Pandemi döneminde işe gitmek zorunda kalan ya da işinden ayrılmak zorunda kalan bireyler pandemide daha kötü etkilendi. Büyük kentlerde bu insanların yaşadığı bölgeler genelde “eşitsiz mahalleler”di. Post-pandemi döneminde bu eşitsizlikler giderilebilir mi? Bu soruları Eşitsizliklerin Azaltılması (10. Sürdürülebilir kalkınma amacı) kapsamında inceleyeceğim.
- Teknoloji: Altyapı, veri bilimi ve iletişim konusunda üretilen yeni teknolojiler post-pandemi döneminin daha sağlıklı geçirilmesine nasıl faydalar sağlayabilir? Teknolojiyi Sanayi, Yenilikçilik ve Altyapı (9. Sürdürülebilir kalkınma amacı) ile ilgili olarak tartışacağım.
Doğaya ve sokağa dönüş
Adaptasyon sürecinin önemli bir kısmı gündelik yaşam pratiklerinin dönüşmesi olacak. Covid-19’un ortaya çıkmasından bu yana öncelikle karantina dönemi nedeniyle, benim bulunduğum bölgede trafikte çok ciddi bir azalma yaşandı ve kendi mahalle sınırları içerisinde yürüme ve açık havada spor yapma devam etti. Bunun dışındaki tüm etkinlikler iptal oldu. Bu dönemde sosyal mesafeyi koruma öğrenildi ve bu nedenle daha güvenli olan doğaya ve açık alanlara dönüş gerçekleşti.
Medyadan gözlemlediğim kadarıyla başta New York olmak üzere Covid-19’dan en kötü etkilenen Amerikan şehirlerinde de eğilim sokakların boşalması yönünde oldu. Sıkı karantina döneminin sona ermesi ve yavaş yavaş kent yaşamına dönülmesi sürecinde de, hemen hemen her büyük kentte gözlemlenen durum, sosyal mesafenin korunduğu, açık alanların kullanıldığı küçük çapta kentsel müdahaleler oluyor. Bu küçük çaptaki kentsel müdahaleler, toplum odaklı oluyor ve toplumun gereksinimlerine uygulanması kolay, ucuz çözümler sunuyor. Örneğin araç trafiğine kapatılan New York’taki Dyckman Sokağı’nın nasıl bir açık mekan lokantasına dönüştüğünü bağlantıdaki yazıdan[2] okumak mümkün.
Aslında, mahallelerimizin kullanma kılavuzu yeniden yazılıyor. William Fulton’a [3]’a göre evden çalışma dönemi uzadıkça, kişilerin yaptığı etkinlikler mahalle düzeyinde olmaya başladı. Toplu taşıma araçlarını kullanmama tercihi, mobilite alışkanlıklarını değiştirdi. Günümüzde, yürüme ya da bisiklete binme bu alışkanlıkların yerine geçiyor. Dünya Sağlık Örgütü “Mümkün oldukça, bisiklete binmeyi ve yürümeyi tercih edin” duyurusunu yaptıktan sonra özellikle bisikletli sayısında artış gözlemlendi. Yoğun bisiklet alışkanlığına bazı Avrupa şehirleri kadar hazır olmayan Amerikan şehirlerindeki artan bisiklet kullanımı, kent plancılarını acil çözüm aramaya çağırdı.
Mekanı yürüme pratikleri ile daha yakından tanıma, mekanın birebir kullanıcısı olarak benimsenmesine en iyi analojinin Oscar Newman’ın 1960’larda ortaya koyduğu “savunulabilir mekan” düşüncesi olduğunu söylüyor Fulton. İnsanlar mekanı yaşayarak daha iyi sahipleniyor ve bu nedenle mekan terkedilmişlikten ve potansiyel suç mekanı olmaktan korunmuş oluyor. Fulton, Amazon’un küçük ve orta büyüklükteki dükkanların yerine geçtiğini belirterek, kentsel yaşamın ve sokakların gelecekte bu türdeki ticaret alanlarının konut, ve zemin katlarında restoran, bar, kafe ve kişisel bakım işyerlerine (kuaför, spor salonu, yoga stüdyosu) dönüşeceğini öngörüyor. Dixon [4], evinden çalışan (tele-working) insanların dahi bu “yürünebilir” mesafede bulunan hizmetleri alabileceği şehir merkezlerinde yaşama talebi olduğunu belirtiyor. Lyft ve e-scooterlar da mikro-mobil teknolojiler olarak kentsel merkezleri canlandırmayı bir avantaja çeviriyor.
Aynı zamanda, yürüme pratiği insanı iç dünyasına döndüren bir zaman ve olanak tanıyor. Dixon’a göre, araç trafiği özellikle büyük şehirlerde azaldığından dolayı hava kiriliğinin azaldığını, bu nedenler de insanların açık havada dolaşmayı daha çok tercih ettiğini belirtiyor. Bir de açık havanın ruhu dinlendiren özelliklere sahip olduğunu ve post-pandemi döneminde de doğayla içiçe olabilmek için fırsatlar yaratmamız gerektiğini ekliyor.
Sosyal eşitsizlik sorunu
Pandemi döneminde bazı insanlar evden çalışırken diğerleri bu kadar şanslı değildi. Bazı insanlar işlerine giderek çalışmaya devam ettiler, bu hastalığın ilerlemesi için bir risk oluşturdu. Bazıları ise işlerini kaybettiler, bu durum tek gelirli bazı ailelerin ekonomik açıdan çöküşü oldu. Ekonomiyi canlandırmak adına erken açılan eyaletlerde yine “eşitsiz mahallelerde” oturan sakinler pandemiden kötü etkilendi. Dixon’a göre, bu pandeminin sonuçları, hem ekonomi hem de sağlık koşulları açısından, yoksulluk içerisinde yaşayan ve beyaz olmayan (ABD’de “people of color” terimi kullanılıyor) insanlar için daha ağır oldu.
Buradaki sorunu anlamak kentsel Covid-19 verilerini inceleyerek mümkün olabilir. DC Covid-19 ilk gözlemlendiğinden beri her gün test olan, hasta olan ve ölen DC sakinlerinin verilerini yayınlıyor. Bu verilere buradan [5] ulaşılabilir.

Koyu kırmızı olarak görünen bölgelerde belirlenen hasta sayısı daha fazla. Bu durum aslında, bazı bölgelerin diğerlerine göre hastalığın yayılmasına daha meyilli bir ortam oluşturduğunu gösteriyor. Kentsel yoğunluğu fazla olan bölgelerde hasta sayısı fazla (N31, N12) ancak N1, N13, N38, N7 ve N8 mahalleleri daha sakin konut bölgeleri olarak biliniyor, buna rağmen çok yüksek hasta sayısına sahip. Demografik duruma baktığımızda adı geçen mahallelerde çok fazla sayıda hispanik ve siyah ırk mensubu insan olduğunu gözlemliyoruz. Bu veriler alttaki tabloda çok çarpıcı bir biçimde görünüyor.

(https://coronavirus.dc.gov)
Veriler şöyle gösteriyor: Hastalığa yakalanan 2 kişiden 1’i siyah. Ayrıca 4’te 1 gibi azımsanmayacak bir oranda iki veya daha fazla ırk mensubu var. Hastalığa yakalananlardan sadece 5’te District of Columbia Irk ve Etnik Kökene göre Covid-19 verileri-12 Ağustos 2020
1’i beyaz ırk mensubu. George Floyd cinayetiyle ortaya çıkan Black Lives Matter hareketinin en büyük savlarından biri, siyah ırka mensup kişilerin güvensiz koşullarda çalıştığı ve güvensiz koşullarda yaşadığı idi. Bu nedenle siyah ırkın çoğunlukta olduğu mahalleler hastalığın hızla yayıldığı bölgeler oldu. Bu güvensiz koşulların yaratılması sistematik ırkçılık nedeniyle oluyor: En düşük gelirli aileler ancak bu bölgelerden ev tutabiliyor, bu mahallelerde genellikle daha kalabalık okullar var ve devlet yardımını daha az alıyorlar. Eğitimin kalitesi düştüğünden, bu mahallelerde yaşayan kişiler daha az eğitimli oluyor ve daha vasıfsız işlere yöneliyorlar ve daha az para kazanıyorlar. Sonuç bir kısır döngü.
Bu nedenle, eşitsizliği ortadan kaldırmak için uğraşlarımızı artırmak gerekiyor. Dixon şöyle bir model öneriyor: (1)yoğun kent merkezlerinde ekonomik erişilebilirliği daha fazla olan konut üretmek (her gelir düzeyine uygun çeşitlilikte), (2)işgücüne hazır olmayı sağlamak ve bilgi ekonomisine katılım için eğitimi modellerini geliştirmek ve (3) dezavantajlı konumdaki işverenleri desteklemek için yeni programlar geliştirmek.
Teknoloji
Teknoloji iki açıdan çok büyük bir fırsat sunuyor. Birincisi veri tabanı oluşturma, analiz etme ve veriyi anlamayı sağlamak, ikincisi ise veriyi güncel olarak bazı uygulamalar ile paylaşıp insanlar arası iletişimi sağlamak. Teknolojiyi verinin kaydedilmesi, analizi ve sonucu açısından pekçok ülke başarıyla kullanmasına rağmen, Covid-19 gibi bireysel güvenlik gerektiren bir ortamda iletişim sağlamak açısından verinin gerçek zamanlı paylaşımı konusunda pek çok ülke gizlilik hakları nedeniyle çekimser kaldı. Çin’de üretilen bir uygulama ile Covid-19’lu kişilerle yakından temasa geçmiş kişiler uyarılıyordu ve hatta herkesin bir renk koduyla hak ve özgürlükleri de belirlenmiş oluyordu. Çin’de We Chat gibi uygulamalar, para ödeme metro kartı olarak kullanma gibi özelliklere sahip olduklarından bu elektronik gözetlemeyi yapabilecek altyapıya Çin zaten sahip. “Contact tracing” adı verilen bu enformasyon altyapısı uygulamaları Çin dışında ülkelerde de uygulandı, ama genellikle Asya bölgesiyle sınırlı kaldı. Bu konudaki ilgi çekici bir yazıyı buradan [6] okuyabilirsiniz.
Daha sağlıklı toplumlar oluşturabilmek için bilimin ve verinin bize söylediğinin dikkate almak gerekiyor diyor Dixon. Aslında iyi bir gelişme, Covid-19 ile ilgili verilerden oluşan araştırma makalelerinin sayısı çok yükselmesi oldu. 27 Temmuz 2020 tarihli veriye dayanarak 2020 yılında üretilen araştırma makalesi sayısı 67753, ve ön baskı (preprint) sayısı da 19789’a ulaşmış durumda. Ama bilinçlenmenin sadece akademik düzeyde kalmaması gerekiyor. Post-pandemi döneminde, özellikle pandemi dönemi verilerini iyi anlamış olmak gerekiyor. Bu verilerden çıkarımla, gelecekte karşımıza çıkacak olan epidemi ve pandemilere daha erken ve akıllıca önlem almak gerektiğini gözlemliyoruz.
Notlar
[1] https://www.tr.undp.org/content/turkey/tr/home/sustainable-development-goals.html
[2] https://www.nytimes.com/2020/08/10/nyregion/nyc-streets-parking-dining-busways.html
[3] https://kinder.rice.edu/urbanedge/2020/03/30/how-covid-19-pandemic-will-change-our-cities, William Fulton
[4] https://www.cnu.org/publicsquare/2020/04/28/planning-life-cities-after-pandemic – David Dixon
[5] https://coronavirus.dc.gov/
Kaynaklar
How 2020 Remapped Your Worlds, “https://www.bloomberg.com/features/2020-coronavirus-lockdown-neighborhood-maps/”
Tactical Urbanism: Reimagining Our Cities post-Covid-19, “https://www.archdaily.com/940877/tactical-urbanism-reimagining-our-cities-post-covid-19”
Urban Design Forum-City Life After Coronavirus, “https://urbandesignforum.org/programs/global-exchange/city-life-after-coronavirus/”