SÜHEYLA TURAN
Önsöz
Bu çalışma, 30 Ekim 2020 tarihinde Ege Denizi açıklarında gerçekleşen deprem sonrasında saatlerce bekleyişlerin, mucizeler için dua edişlerin, annelerin, babaların, evlatların, 65 saat sonra kurtarılan Elif bebeğin, 91. saatte gelen mucize Ayda bebeğin evlerinde güven içerisinde oturabilmeleri için deprem konusunda daha derinlikli bilgi edinme merakımın ve çabamın ilk yansımalarındandır.
Depremler doğal bir olay olsa da meydana geldikleri yerin özelliklerine ve büyüklüklerine göre farklı etkiler yaratırlar. Geçtiğimiz günlerde Ege Denizi açıklarında yaşanan 6.9 büyüklüğündeki deprem ve ortaya çıkardığı sonuçlar, ülke genelinde, depremi ne kadar tanıyoruz sorusunu tekrar sormamıza neden oldu. Depremi önlemek mümkün olmadığına göre deprem konusunda bilinçli ve duyarlı bireyler olmak, bu problemlerin çözümü için en etkili yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mimarlık pratiğinin deprem ile olan ilişkisi çok katmanlıdır. Mimarlık pratiği, mimar dışındaki aktörleri de içermektedir. Yasa ve yönetmeliklerin içeriği, planlamacılar, mühendisler, malzeme sağlayıcılar, yapıyı inşaa eden insan faktörü, yapının kullanıcıları, mekan ile fonksiyon arasındaki ilişkiler bu aktörler arasında sıralanabilir. Ancak çoğunlukla bir deprem yaşanıp yıkıcı hasarlara yol açtıktan sonra deprem gerçeği mimarların gündemine gelebilmektedir. Tersi biçiminde, bir deprem sonrasında akla gelen ilk sorumlulardan birisi hasar gören yapıların mimarları olmaktadır. Bu yazı mimarlık pratiği ve deprem arasındaki ilişkide sürecin parçası olan tüm aktörlerin bilinlenmesi nasıl olabilir sorusunu akılda tutarak, Türkiye’de gerçekleşen büyük depremler öncesinde ve sonrasında deprem gerçeği mimarlık gündemine ne ölçüde taşınabilmiştir konusuna odaklanmaktadır.
Yukarıda da belirttiğim üzere deprem ülkemizin kaçınılmaz gerçeklerindendir. Yaşım dolayısıyla Van (2011) depremini çok net hatırlıyorum. 17 Ağustos 1999’da gerçekleşen 7.5 büyüklüğündeki Marmara depremi, 12 Kasım 1999’da gerçekleşen 7.2 büyüklüğündeki Düzce Depremi hakkında ise gerek ailemden gerekse okuldan duyduklarım, gerekse okuduklarım vasıtasıyla haberdar olmuştum. Derslerde işlediklerimiz akabinde öğretmenlerimizle yapmış olduğumuz tatbikat çalışmaları, aynı korkuyu hissetmemize yol açmıştır. 26 Eylül 2019’da yaşanan 5.8 büyüklüğündeki İstanbul depremi yıkıcı nitelikte olmamasına rağmen geçmiş tatbikatlarda yaşamış olduğum korkuyu bana anımsatmıştır. Son olarak Ege Denizi (2020) depremi, ülkemin geçirmiş olduğu deprem felaketlerinin bunlarla sınırlı olmadığını bana hatırlattı.
Geçmişini bilmeyen geleceğini şekillendiremez düsturu ile, geçmişte yaşanan depremleri daha yakından araştırmaya karar verdim. Ancak böyle bir sorumluluk ve bilinçle yola çıksam dahi, nereden başlayacağımı bilemiyordum. 1939’da yaşanan Erzincan Depremi sonrasında mimarlar bu konuda neler yazmışlar, neler söylemişler, oradan başlamaya karar verdim ve bu yazı geçmişe dönük yolculukların ilk durağı olarak ortaya çıktı. 1939 Aralık ayında ve 1940 yılında toplamda deprem hakkında Arkitekt dergisinde 5 makale yayımlandığı gördüm ve bu yazı serisine, geçmişte İstanbul’da gerçekleşen depremlere göz atarak başlamayı düşündüm. Yazı dizisinin ilk yazısında Orgun (1940)’un makalesine odaklanmayı tercih ettim.
Bölüm 1 – Değişmeyen Gerçek
Araştırmalarımı yaparken, “1509 (Hicrî 915) senesinde İstanbul’u baştanbaşa harab eden zelzelede şehri tamir için alınan tedbirler” (Orgun, 1940) başlıklı 1940 basımlı Arkitekt dergisindeki yazı ile karşılaştım. Ve o an anladım ki İstanbul’da büyük bir yıkıma neden olan tek deprem 1999 yılında gerçekleşen Marmara Depremi (Url-1) değilmiş. Zafer Orgun (1940) yazısında, Topkapı Saray Müzesi Arşivi’nin kurulum aşamasında bulduğu ve 1509 yılında İstanbul ve yakın çevresini büyük bir yıkıma uğratan depremle ilgili bir belgeden söz etmektedir. Orgun (1940) bu belge için “Venedik kâğıdından iki yapraklı küçük bir defter nazarı dikkat celbetmiş” ifadesini kullanmaktadır. Orgun (1940), 1509 İstanbul Depremi’ne kitabında detaylı biçimde yer veren Hammer’den aşağıdaki ifadeleri aktarır (Görsel 2).
Orgun’nun (1940) aktarımında görüldüğü gibi İstanbul ve yakın çevresini sarsan depremler silsilesi yeni değildir. Geçmişteki yıkıcı İstanbul depremlerinden birisi 1509 depremidir. İstanbul’un nüfusunun yaklaşık 160.000 kişi olduğu 1500’lerde, 13.000 kişi hayatını kaybetmiştir (Url-2). Yine 1509 depreminde 1070 hanenin yıkıldığı ifade edilmektedir (Orgun, 1940). Günümüzde yaklaşık 16 milyon kişinin yaşadığı İstanbul’da olası bir depremde bunun kaç kişiyi etkileyebileceğini düşünmek bile korkutucudur. Olası bir İstanbul depreminin 7.5 büyüklüğünde yaşanması durumunda yaklaşık 194.000 binanın (hanenin değil binanın) orta ve üst düzeyde hasar göreceği öngörülmektedir (Url-3). Bu kadar çok insanı etkileyebilecek ve bu denli hayati bir konunun günümüzde gündem olamaması/gündemde kalamaması üzücü bir gerçektir. Oysa 80 yıl önce, 1940’ların Türkiye’sinde, 1509 İstanbul Deprem’inin mimarlar tarafından tartışmaya açıldığı görülmektedir.
Orgun’un (1940) yazısında dikkatimi çeken diğer bir ifade de şu oldu.
“Diğer mühim cihet de İstanbul gibi muazzam bir şehrin tamirinin dört ay gibi kısa bir zamanda başarılmış olmasıdır. Tarihler yüz dokuz camiin, bentlerin, köprülerin, surların ve birçok hanelerin yıkılmış olduğunu yazarlar. Vesika da amele yevmiyelerini dört aylık göstermek sureti ile bu tamir işinin bu müddette yalnız iki vilâyetinden ev başına yirmi iki akçeden toplanan paranın bu işi başarmaya yettikten maada kırk bin dört yüz doksan altın ile yirmi akçenin de arttığı anlaşılmakta”.
1509 İstanbul felaketinden sonra dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde nüfusu 160 bin olan İstanbul’un el birliği ile toplanabilmesi beni çok etkiledi. Ama günümüzde 16 milyonluk bu şehrin benzer şiddette yaşanabilecek olası bir deprem sonrasında hemen toparlanamayacağı gerçeği beni aynı derecede endişelendirmektedir. 1500’lerin İstanbul’u için iki vilayetten toplanan para şehrin onarımına önemli bir katkı sunmuş. Günümüz deprem senaryoları dahilinde ise, İstanbul’da yaşanabilecek yıkım, hasar ve olası can kaybını maddi bir destek ile onarabilme ihtimali kuşkuludur. Yalnızca deprem sırasında yaşanabilecek olası can kaybı değil, deprem sonrasında yaşanabilecek kaos, göçük altındaki insanların kurtarılması, doğalgaz hatlarının hasar görmesi ve yangınlar, su kesintisi, salgın hastalıklar, ulaşımda ve iletişimde yaşanabilecek kopukluklar, acil barınma ihtiyacı, gıdaya ve temiz suya erişim, depremden kurtulan kişilerin rehabilitasyonu gibi konuların şimdiden neden mimarlık gündeminde yer bulmadığını anlamakta güçlük çekiyorum.
Kaynaklar
Orgun, Z. (1940). 1509 (Hicri 915) Senesinde İstanbul’u Baştanbaşa Harab Eden Zelzelede Şehri Tamir İçin Alınan Tedbirler. Arkitekt. Cilt: 1940 Sayı: 1940-07-08 (115-116) S: 164-167. Url: http://dergi.mo.org.tr/dergiler/2/67/614.pdf (Erişim: 21 Kasım 2020)
Sakin, O. (2009). Afetlerin Gölgesinde İstanbul. S. Öztürk (Editör), Osmanlı Döneminde İstanbul’da Deprem, İBB Yayınları: İstanbul.
Url-1: https://tr.wikipedia.org/wiki/1999_G%C3%B6lc%C3%BCk_depremi (Erişim: 21 Kasım 2020)
Url-2: https://tr.wikipedia.org/wiki/1509_B%C3%BCy%C3%BCk_%C4%B0stanbul_depremi#:~:text=2.2%20Tsunami-,Hasar,%C3%B6lm%C3%BC%C5%9F%2C%201070%20ev%20tamamen%20y%C4%B1k%C4%B1lm%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1r. (Erişim: 21 Kasım 2020)
Url-3: https://depremzemin.ibb.istanbul/wp-content/uploads/2020/02/DEZiM_KANDiLLi_DEPREM-HASAR-TAHMiN_RAPORU.pdf (Erişim: 21 Kasım 2020)
Sizleri tebrik ederim. Başarılarınızın devamını dilerim.
BeğenBeğen