İREM SEZER
Bölüm 02. Yapma Pratiği
Bir insan nasıl öğrenir hep düşünüp durmuştum. Mimarlık bilgisi, becerileri ve pratiği öğrenilebilir miydi mesela? Aklımdan geçen tonlarca soru, hiç fiziksel ortamda sese dönüşüp yayılıp gidemeden, birilerine çarpamadan sönümleniyordu. Gerçekten bu mesleği öğrenmek biricik bir deneyim miydi? Kocaman itirazlarımla beraber, mimarlığa hiç de aşina olamadan kendimce alternatifler üretiyordum.
Bazıları ise soru olarak bile anlamlanmıyordu zihnimde. Pafta ne demekti, bir fikrin soyutlaması nasıl yapılırdı, proje senaryosu nasıl yazılırdı, ben neden bir hikaye anlatmalıydım gibi ardı ardına gelen bilinmezlerle baş etmeye çalışıyorduk. Mimarlık eğitiminde 1. sınıf, bu anlamda belki de en zoruydu.
“Nasıl öğreneceğini öğrenme” meselesi çok geç bir eğitim fazında karşımıza çıkıyor, üniversite. Kaldı ki, bunu tam olarak hepimizin içselleştirebildiğinden de hiç emin değilim. Mimarlık okulu bittikten sonra kişisel bir retrospektif ile yaklaştığımda anladım bir çok şeyin sebebini, ama hepsini değil. İşte tam da bu sebepten, neyi neden yaptığını anlama meselesi öğrencinin zihnine bırakılmamalı diye düşünüyorum. Çünkü neden-sonuç ilişkiselliği bazen uzun bir sürece yayılabiliyor ve öğrenci eğer bu sistematiği anlamlandıramazsa, yaptığı üretimler onun için bir zorunluluk olmaktan öteye gidemiyor. “Yapmak zorundayım, çünkü bana bunu yapmam söyledi. Neden yaptığımı bilmiyorum.” Cümlesini kendim de kurmuş olmakla beraber, çok defa duydum. Bu noktada hakim iki karşıt görüş bulunuyor gibi görünmekte: öğrenci noktaları kendisi birleştirsin yaklaşımı ve öğrenciye bir görünmez izlek sunma yaklaşımı. Elbette yaratıcı süreçlere müdahale etmemek gerekebilir, ama “düşünmenin” yolunu da açmaktan kaçınmamak kritik bir öneme sahiptir.
Mimarlık okullarında takip edilen o görünmez izleğin özü, felsefenin düşünce üretme prensipleriyle benzeşiyor. Temelde soru sormayı öğrenmek, doğru soruları tasarım önerisine yönlendirebilmek, düşünme pratiği geliştirmek, var olan durumun nasıl oluştuğunu strüktüre edebilmek ve tüm bunlar üzerinden, bu neden-sonuç ilişkisinin senteziyle bir gelecek projeksiyonu yapabilmek. Mimarlık eğitiminin kimi kısımları doğrudan öğretilse de, o hep arzu edilen iyi mimarlığa erişebilmek mimarlığın “düşünsel” kısmından geçiyor, bu da dolaylı yoldan öğretilen ya da öğretilmeyen bir mesele olarak kalıyor.
Benim biricik deneyimim ve farketmeden takip ettiğim, kimi zaman da saptığım izleğim, zihnimde başka bir mimarlık algısı oluşturdu. Geriye dönüp baktığımda, Proje I’de sormaya başladığım soruların bitirme projesine ulaşıncaya kadar nasıl evrimleştiğini gözlemlemek, o görünmeyeni, o flu olma halini biraz da olsa belirginleştiriyor.
Proje I, Tesadüf
Hazırladığım ilk pafta: yan yana yapıştırılmış iki farklı renkte ve boyutta fon kartonu, üzerindeyse el çizimlerimin “orijinalleri” uhu ile yapıştırılmış halde duruyor. Korkunç! O noktaya, bir hafta kadar gibi kısa bir sürede gelebilmek için pafta nedir onu öğrenmekle başladım. Zihnimden hemen eski deneyimler “acil” koduyla çağrıldı, buna en yakın ne yapmıştık biz? Bildiğimiz bir şeyle bu yeni kavram arasında bir bağlantı kurabiliyor muyuz? Elbette, hem de 12 yıl boyunca yaptık biz bunu! Derslerde hazırladığımız gibi, renkli fon kartonlarının üzerine yaptıklarımızı yapıştırmak, işte bu kadar basit!
Bu kadar basit değil. Öğrenmem gerekenler arasında font seçimi, hiyerarşi, 6-feet kuralı, süreklilik, bütünsellik gibi daha birçok kavram vardı. Bunları da biraz kitap karıştırarak, örnek bakarak, gözümü eğitmeye çalışarak içselleştirmeye çalıştım. Proje I için hazırladığım son paftalar ise bunları yapan kişi aynı mı sorusunu sordurmuştu. Bu süreci bir hayatta kalma savaşı gibi algılıyordu beynim ve iyi olmadığımı düşündüğüm noktalarda pratik bazı çıkış yolları aramaya çalışıyordu, yine fotoğrafçılık eğitimi aldığım zamandan kalan sınırlı Photoshop bilgimi devreye sokmaya çalışmam gibi.
O 14 haftalık deneyim kendi içinde çokça tesadüfler barındırıyordu, hem grafik anlamda hem de projenin kavramsallığı bağlamında. Bilmediğim bir mimari tasarım üslubu kullanmış olmam, proje alanını gezerken hissettiklerim üzerinden tasarımın sözünü oluşturmam, ilk önerim alanın dokusunda, eski cumbalı yapıların replikasıyken, yeni bir şey yapma içgüdüsüyle bambaşka bir yola sapmam gibi. Stüdyo yürütücümüz dehşet içinde kalarak bana kritik vermeye çalışıyordu, mimarlığa dair bambaşka tartışmalara referans verdiğimin farkında bile değildim. Hiç unutamadığım bir cümle ise şuydu: “Bunları daha öğreneceksiniz, şimdi erken. Duvarları kırık beyaz mı yapsak?”
Bunların haricinde, genel bir yaklaşım olarak ben tasarıma bir mantık problemi gibi bakıyordum. Lisedeki Felsefe derslerini sürekli aklıma getiriyordum, bir felsefeci buna ne derdi acaba? Kendime hayali bir sorgulayıcı yaratarak, mimarlık eleştirisini mimarlık dışından alıyordum ki zaten mimarlığı kendi içinde tartışabilecek bir bilgi birikimi oluşturabilmiş değildim henüz.
Dolayısıyla, Proje I’i, tesadüfler ve içgüdülerin eşgüdümünde bilgisizce yapılan tasarımın sancısı olarak nitelendiriyorum.
Proje II, Özne Olmak
Bir programı öğrenmenin en iyi yolu, ertesi güne teslimin olmasıyla çok ilişkili. Çünkü zihin o hayatta kalma mücadelesinin bir sonucu olarak tüm dikkatini yapılmak istenen şeye veriyor, programa hakim olabildiği kadar ürettiği çizimleri ve modeli manipüle ederek göstermek istediğini nasıl sunabilirsin sorusuyla epey meşgul oluyor. Bu kendi başına önemli bir deneyim, hızlıca karar almak, kendini zorlamak, zaman baskısıyla mücadele edebilmek ve pratik zekayı kullanabilmeyi öğrenmek gibi farklı kapıları açıyor.
Illustrator ile SketchUp hayatıma o zaman girmişti (ve SketchUp aynı hızla da çıkmıştı). Stüdyonun geneli paftalarını el çizimleriyle üretiyordu. Bu benim iyi olduğum bir alan değildi, iyi olması için de vereceğim emeğin süresi beni çok korkutuyordu. Çizimle kendini anlatabilmenin önemini asla reddetmiyorum ama ben o zamanlar bunu bilmiyordum.
Bu nokta aslında çok kritik, zihinde oluşan imgeler fiziksel ortamdaki karşılığını çizimle veya bilgisayar desteğiyle buluyor. Ne kadar iyi çizebildiğiniz veya ne kadar iyi program kullanabildiğiniz imgelerin diğer zihinlerdeki yansımalarını nasıl üreteceğini belirliyor. Hayal edilen tasarım, bireyin zihnindeki gibi şekillenemiyorsa, çizilemiyorsa veya modellenemiyorsa vazgeçilip unutuluyor. ‘Temsil yöntemlerine ne kadar hakimsek, o kadar tasarlayabiliyoruz’ meselesi üzerinde durup düşünülmesi gereken bir problemdir.
Mimarlık, Proje II zamanında benim için bir deneyim tasarlamaktı. Mimarlıkta ilgili okumalara biraz başlamış olmakla beraber, projemin sözü genelde edebiyattan besleniyordu. Yusuf Atılgan’ın tariflediği sinemadan yeni çıkmış insanın hali, o duygu durumunun devamlılığını sağlamayı istememle tasarıma evrilmişti. İlk defa, “çok mimarca bir yaklaşım” sözünü o zaman duymuştum. Sonrasında kendimi özne olarak görüp öyle tasarlamaya çalıştım. Mimarlığın o bilmediğim tarafını, bana yabancı olan halini kendime yaklaştırmam gerekiyordu ki, öyle altından kalkabilirdim. “Ben bunu ister miyim, ben bu mekanda nasıl hissederim, ben neye ihtiyaç duyarım?” gibi soruların cevap niteliğindeki mekansal karşılıklarını üretebilmek için farklı alternatiflerle kütle çalışması yapıyordum. Form tartışmasını ilk defa o zaman yaptık. “Form aramak sonu gelmeyen bir çalışmadır, problemi sıkıştırmalısın yoksa sonsuz ihtimaller arasında kaybolursun.”
Kendimce nedensellik ilişkisi kurarak form kararını almıştım ve bunu yaptığım için, bana yöneltilen “neden” sorularını “çünkü”lerle yanıtlayabilmiştim.
Bir başka mesele de, hangi aracı hangi sebeple kullandığımızı öğrenmemdi. Tüm çizimlerimi bilgisayar ortamında yaptığımdan dolayı, yürütücümüz bana hangi çizimi hangi programla ürettiğime dair sorular soruyordu. Plan çizimlerimi Illustrator kullanarak yaptığımı duyunca, madem bir yola girdin, bu araçlara dair doğru seçimler yap, planlar ve kesitler AutoCad’de çizilir demişti. İşte yeni bir challange!