İREM SEZER
Bölüm 03. Arada Olmak
Bir insan nasıl öğrenir hep düşünüp durmuştum. Mimarlık bilgisi, becerileri ve pratiği öğrenilebilir miydi mesela? Aklımdan geçen tonlarca soru, hiç fiziksel ortamda sese dönüşüp yayılıp gidemeden, birilerine çarpamadan sönümleniyordu. Gerçekten bu mesleği öğrenmek biricik bir deneyim miydi? Kocaman itirazlarımla beraber, mimarlığa hiç de aşina olamadan kendimce alternatifler üretiyordum.
Taşkışla’da geçen bir yılın ardından, konuşulanların hiç bilmediğimiz bir yabancı dil gibi hissettirmesi durumu etkisini bir nebze azaltmaya başlamıştı. Bilinmeyen terimlere, duyunca bize çok “havalı” gelen söylemlere, tasarımın kendine özgü büyülü tarafının dil ve kendini ifade etmedeki yapısal etkilerine fark etmeden alışmaya başlamıştık. Fakat bu yeni dile alışıyor olmak tek başına yeterli değildi, artık onu konuşabilmek gerekiyordu. Tasarım kuşkusuz kavramsal bir dildi: birbirini anlam düzleminde tamamlayan imgeler ve sözcükler dizini. Hassas bir terazi üzerinde duruyor gibi gelirdi bana hep, imgeler ve sözcükler. Eğer eşitlik sağlanamazsa bu iki girdi arasında, iletilmek istenenin diğer zihinlerde tam karşılığını oluşturamaması meselesi belki de hepimizin tekrar ve tekrar deneyimlediği bir durumdu. Bu iletişim aralığını açabilmeyi öğrenmek adına, mimarlık eğitiminde 2. sınıf kritik bir “arada olma” hali gibi geliyor bana.
İletişim ve Temsil
Tasarım dili, temsil dili, tektonik dil gibi ifadeleri sıklıkla duyuyor oluşumuz sebepsiz değildi. “Dil varlığın eviydi”[1], “Dilin sınırları Dünya’nın sınırlarıydı”[2] ve her birimizin kendine ait bir dile sahip olması için birçok deneme yapmamız gerekiyordu. Paftalarımızın kendi kendini anlatması gerektiğini, biz olmadan da iletişim kurabilecek nitelikte hazırlanmaları gerektiğini duymaya başlamıştık, çünkü ileride katılacağımız yarışmalarda, okuldaki jürilerde dediğimiz gibi “Hocam aslında şurası şöyle olacaktı, burası böyle ama çizemedim.” benzeri ifadelere yer yoktu. Benim bunu başarabilmek için attığım ilk adım, anlatılarımı görselleştirmeye çalışmam olmuştu. Bu başlı başına keyifli bir temsil dili egzersizi oluyordu. Bazen çizimlerimin ve sözlü ifadelerimin oldukça açık ve anlaşılır olduğunu düşünmeme rağmen, bu durumun tam tersiyle karşılaştığım da oluyordu. Bununla ilintili olarak gözlemlediğim yaygın bir durum vardı, tasarımın sözlü ifadesinin oturmuş fakat imge düzeyinde eksik kalması, ya da görsel temsillerin, planların ve kesitlerin bir hikaye anlatmamasıydı. Bu kırılgan dengeyi oturtabilmek elbette zaman istiyor, ve de çokça denemek gerekiyor. İkinci sınıftan itibaren tüm proje derslerim kurduğum “iletişim bağlamındaki” eksikleri algılamak için bir deney ortamı olarak çalışıyordu benim için.
Proje III, İkilikler ve ‘Know-How‘
Taşkışla’da üçüncü dönemimizdi, ortak aldığımız dersler azalmış ve bölüm derslerimiz programlarımızda daha ağırlıklı olmaya başlamıştı. Bizim proje grubumuz mimarlık öğrencilerinin sayıca fazla olması üzere kurgulanmış, az sayıda da peyzaj mimarlığı kontenjanı eklenmişti ve iki ayrı stüdyo olarak birleştiğimizden dolayı iki yürütücümüz vardı. Bölümler arasındaki farkın belirginleşmeye başladığı Proje III, mimarlık alanı dışındaki öğrencileri de doğal olarak daha fazla zorluyordu. O dönem stüdyodaki azınlık olarak bizler bunu haksızlık olarak nitelendiriyorduk çünkü iyi bir proje yapabilmek için bizim diğerlerinden daha fazla çalışmamız ve arayı kapatmamız gerektiğine inanıyorduk. İçimdeki bu eleştirme enerjisini yazarak üzerimden atmaya çalışıyordum, iki bölüme de eleştirilerimi sıralıyor, öneriler sunuyor, bunu iletişim halinde olduğum akademisyenlerle de paylaşıyordum. Kimi bana hak veriyordu, kimi yazılarımı görmezden geliyordu. Fakat ben, sistemi deneyimleyen bir birey olarak bizim de karar alma ve sistemi tasarlama sürecine dahil edilmemiz gerektiğini düşünüyordum, bizi doğrudan bir veri olarak kullanabilirlerdi çünkü. Fakat TES kararı gibi, üniversite içinde akademisyenlerin tepeden inme karar olarak nitelediği fazlaca aksiyon alınıyordu. Benim, öğrencilerin de sistem kurgusunda birer paydaş olabilmesi önerim bu sebeple son derece olağandışı kalıyordu. Buna ek olarak gözlemlediğim farklı bir durum daha vardı. Taşkışla’daki ilk dönemimize hakim olan “şikayet, eleştiri, öneri” atmosferinden geriye pek de bir şey kalmamıştı, bazı istisnalar dışında akademisyenler de öğrenciler de artık TES üzerine konuşmuyor, konusu açılırsa birkaç söz söylenip her şey akışına bırakılıyordu.
Stüdyoda dengeli bir diyalog ortamı kurulmuştu. Kendimi anlatmakta ve fikirlerimi iletmekte çok özgür hissediyordum çünkü yürütücülerimizin eleştiri dili oldukça net ve açıktı. Hiçbir fikir “olmaz” denilerek daha yeşermeden öldürülmüyor, “nasıl oldurabiliriz” üzerine düşünmemiz ve çalışmamız bekleniyordu. Senaryolarımızı, yarattığımız kişiye özgü evrenlerimizi ve tasarımlarımızı dikkatlice dinliyorlardı ve özellikle iyi birer senaryo üretmemiz için bizi zorluyor, açık kapıları buluyor, tutarsızlıkları işaret ediyor ve onları çözmeden de tasarımlarımızın zayıf temeller üzerinde duracak olduklarının sinyallerini veriyorlardı. O dönem bireyden toplum ölçeğine kadar farklı hayatlar sistemi tasarladık, karakterlere isim vermedik belki ama ne istediklerini, kim olduklarını, neye ihtiyaç duyduklarını biliyorduk. Hayal dünyamızın en uç sınırlarına kadar gitmemiz için yüreklendirmişlerdi bizleri. Ürkek olanlar da vardı, en imkansıza cüret edenler de. En nihayetinde tüm senaryolar bitip, zihnin en ücra köşelerinden tasarım fikirleri çağırılınca geriye bir tek bu fikirleri gün gün işlemek, geliştirmek ve imgelerini bulmak kalıyordu. Bunu üç ayrı ortamda deniyordum: çizimlerim, maketlerim, ve yürütücümüzün bizi yeni tanıştırdığı 3ds Max. Fakat bir problemim vardı, modellediğimi çizemiyor, maketimi modelleyemiyor, modelimin maketini yapamıyordum. Maketimin modele en yakın hali ise ayakta bile duramıyordu! Bilgisayar ortamının yarattığı illüzyon ile son derece statik bir imaj çizen strüktür, meğer boşlukta süzülerek kendini bile taşıyamıyormuş! Uzunca bir süre bu tasarımın ayakta durması için uğraştım, sil baştan sayısız denemeler yaptım, yürütücülerim benim peyzaj mimarlığı öğrencisi olduğumu öğrendiğinde de, yüklerin nasıl aktarıldığına dair küçük bir tüyo verdiler, prensibini anlattılar, ve derse inşaat mühendisi bir dostlarını davet ederek maketlerimiz üzerinden strüktür problemlerimizi konuşmamıza önayak oldular. Bana verdikleri tüyo gerçekten de işe yaramıştı, biraz sallanıyordu hala, ama ayaktaydı artık! Tasarımımın bana inat ediyormuşçasına kendini sağa sola devirmesinin artık bittiğini görmek inanılmaz büyülü bir andı! Aynı anda hem ütopyalar içinde dolaşıp, hem de ayağımızın yere basıyor olması, neyi nasıl yapacağımızı öğreniyor olmamız, hayallerimiz ve gerçeklik arasında bu kadar hassas bir dengede duruyor olmak inanılmaz bir deneyim olmuştu benim için.
Proje IV, Makyaj ve Mesnet
TES’in sonuna gelmiştik, artık her öğrenci kendi bölümünden alacağı proje dersleriyle mimarlık okuluna devam edecekti ve ben Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden yeni geçiş yapmıştım, bir başka ifadeyle, mimari tasarım stüdyolarıyla ilk karşılaşmam olacaktı. Oldukça heyecanlıydım ama bir yandan tamamlamam gereken derslerim de epey fazlaydı. Strüktüre ve yapım tekniklerine dair tartışmaların Proje 4 seviyesinde yapıldığını biliyordum, beni zorlayacak noktanın neresi olduğu bu anlamda kendini belli ediyordu.
Duyduğum heyecan ve motivasyon ne yazık ki çok uzun sürememişti çünkü stüdyo yürütücüsüyle bir diyalog aralığı açamıyordum, iletişim kurmayı başarmak için ortak bir düzlemde de buluşamıyorduk. Beni dinliyordu, fakat benimle konuşmuyordu, beden dili bile bana ipucu vermiyordu. Başarılı bir öğrenciydim, mimarlığa yatay geçiş yapmayı da başarabilmiştim fakat kendimi hiç bu kadar “yokmuş” gibi hissetmemiştim. Mimarlık bölümünde asla var olamayacakmışım gibi hissettikçe de aldığım yatay geçiş kararırın doğruluğunu sorgular olmuş, kendime inancımı yitirmiş bir şekilde, iki bölüm arasında arafta kalmıştım. Artık ne peyzaj mimarlığına aittim, ne de mimarlığa ait olabiliyordum. Buna ek olarak, çalışma ortamında farklı bir atmosfer vardı, oldukça sessiz, hareketsiz, ve tuhaftı. Şu an doktora çalışma odası olarak kullanılan, stüdyo bile olmayan o odada ruhum inanılmaz sıkışıyordu. Herkesten izole bir koridorda kapısı hep kapalıydı bizim “stüdyomuzun” ve kapıyı kim açmak istese, içeri girerken ve çıkarken tüm bakışlar üzerinde toplanıyordu. Oysa ben ara verdiğimde diğer stüdyolara göz gezdirmeyi, kahve almaya giderken yolda arkadaşlarımla karşılaşıp sohbet etmeyi, içeride hocalarımız kritik bile veriyor olsa çekinmeden stüdyoya girebilmeyi ve dinlemeyi, tek adımla terasa çıkıp “nefes alabilmeyi”, etrafımla temas kurabilmeyi çok seviyordum. Kapısı çoğunlukla açık olan fakat kapalıysa da görsel temas kurabildiğiniz Çatı Stüdyoları, 3400 Stüdyoları, ve hatta fanuslardan bile uzaktık. Bizim odamız dış ortamdan oldukça kopuktu, kimse içeriyi göremiyordu ve bu gizlenmişlik hali beni çok rahatsız ediyordu. Bize verilmiş olan bu oda, yürütücümüzün özel isteği miydi yoksa Taşkışla’nın her geçen yıl artan öğrenci yükünden dolayı fiziksel sıkıntılar çekmesinin bir dışavurumu muydu bilemiyorum. Bu oda teorik dersler için uygun bir yer olabilirdi, peki ya stüdyolar için?
Bizden istenilenler çok netti, “parti”, “bubble diagram”, teknik çizim, ve maket. Buna paralel olarak yürütücümüzün hangi ekolü takip ettiğini de anlayabiliyorduk. Birbirimize uymamıştık, aynı tasarım ve temsil dilinden de konuşmuyorduk. Benim tasarımıma yaklaşımım ve kendimce bulduğum sorunları çözme şeklimin yürütücümün hayalindeki imgeyle de benzerlik içermemesi bir kırılma anı oldu ikimiz için. Her hafta tasarladığım karmaşık geometrinin nasıl ayakta duracağını çözmeye çalışıyor, farklı öneriler getiriyor, olmaz cevabıyla karşılaşıp yerime geçiyordum. Henüz statik dersini almaya yeni başlamıştım, gerçekten kocaman bir bilgisizlik içindeydim, neyi nasıl yapacağımı bilmiyordum. Bunu yürütücümle paylaştım, “Hocam ben araştırma yapıyorum fakat haftalardır bulamadım uygun çözümü, siz bana birkaç anahtar kelime söyleseniz olur mu, en azından araştırmama oradan devam etmiş olurum.” Olmaz dedi, cümle bile kurmadı. Ben de bilgisayarımı alıp, koşar adımlarla stüdyodan çıkıp Yapı Kürsüsüne gittim. Saat 17.30’a yaklaşıyordu, birini bulmam zor bir ihtimaldi ama kürsüdeki her kapıyı çaldım. Şanslıydım, sadece tek bir profesör odasındaydı. Beni kabul edip etmeyeceğini bile bilmiyordum ama öylesine pozitif karşıladı ki, sıkılmadan beni dinledi, nasıl bir strüktür prensibi düşünmem gerektiğini anlattı ama doğrudan cevabı söylemedi ve bana incelemem için örnek proje isimleri yazdı. Eve gidip o projelere baktığımda hepsinin tek bir ortak noktası olduğunu gördüm, uzay kafes. Yitirdiğim heyecanım tekrar belirmişti, çizimlerimi hazırlayıp stüdyoya gitmek için sabırsızlanıyordum. Büyük bir keyifle başladım güne, yürütücüme her şeyi anlattım, ve çizimlerimi gösterdim. İşte şimdi oldu diyordum içimden, yine nefesimi tutup cevabını bekledim: “Neden o hocaya gittin?” Diye sordu önce, sonra da uzay kafes yapmayalım dedi. Nedenini bilmiyorum, sormak da istememiştim ve o günden sonra projenin nasıl taşındığı ile ilgili konuları hiç düşünmedim çünkü olmayan bir yapım tekniği üretecek kadar bilgi sahibi değildim, dolayısıyla da, muğlak bir kabuk olarak kaldı.
İlerleyen günlerde bir “pin-up” yapma kararı alınmıştı ve projemizi anlatan çizimleri, görselleri duvara asacaktık. Yürütücümüz stüdyonun kendi içinde bile birbirinden kopuk olduğunu fark etmiş olacak ki, birbirinizin ne yaptığından haberdar olursunuz böylelikle demişti. Herkes birbirine yorum yapıyordu, son sözleri de yürütücümüz söylüyordu. Sıramı beklerken gözüm hep kendi yaptığım işe kayıyordu, bu kadar talihsizliğe rağmen iyi bir tasarım işi çıkarmıştım diye düşünüyordum. Temsil dili farklıydı ve göze hitap ediyordu. Arkadaşlarımdan da tam olarak buna benzer olumlu ifadeler duydum, bana sorular sordular, tebrik ettiler. Nefesimi tutmuş bekliyordum, sıra yürütücümüze gelmişti ve nihayet projemle ilgili bir şeyler duyacaktım! Nihayet benimle konuşacaktı, gözlerinin içine gülümseyerek bakıyordum. Bana doğru döndü ve sakince şöyle dedi: “Bu sadece bir makyaj…”.
O kadar emeğe, çaba göstermeye, çaresizce kürsüden kürsüye koşup başka hocalarımdan bir şeyler öğrenmeye çalışmama “makyaj” kelimesi uygun görüldü. Hala düşünürüm neden başaramadık acaba iletişim kurmayı, birbirimizi anlamayı. Okulda beni en korkutan şey eleştiri alamamaktı çünkü projeye dair kimsenin söyleyecek bir sözünün olmaması, olabilecek en sarsıcı ve hakaret dolu eleştiriyi almaktan daha kötü bir durumdu. Belki de yürütücümüz söylemek istediğini birer soru olarak bana yöneltiyordu, fakat doğru cevaba ulaşabilmek için de onu iyi anlamak, düşünme sistematiğine alışmak ve iyi tahminler üretebilmek gerekiyordu. O kadar zamanımız var mıydı? Kuşkusuz benim de hatalarım oldu, o iç bunaltan odaya ruhumun sığmamasıyla sürekli dışarı çıkmak istiyordum, ama yürütücümüzün beklentisi o ara veriyoruz dediğinde beraberce odadan çıkmaktı. Bazen bu isteğe uyup oturuyordum, ama konsantre olup çalışamıyordum. Kuşkusuz Taşkışla’da beni en çok zorlayan deneyim buydu ama bana çok şey öğretti.
Kimi zaman ne yaparsak yapalım olmayabiliyor, aynı bağlamda ve frekansta buluşamayabiliyoruz. Kişiler arasında sağlıklı bir ilişki kurmak karşılıklı saygıyla başlıyor, iletişim davetine cevap vermek de karşımızdaki kişinin varlığını kabul ettiğimiz anlamına geliyor. İletişim kelimesinin işteş bir fiilden türemesinin sebebini en iyi anladığım deneyim de böylelikle Proje IV olmuş oldu.
Notlar
[1] “Dil varlığın evidir.”, Martin Heidegger.
[2] “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”, Ludwig Wittgenstein.